16 Aralık 2010 Perşembe

“Önkuzu’yu katleden de, katillerini affeden de bir’dir”

 
Osman Turan Yazdı..

Geçtiğimiz günlerde şehit edilişinin 40.yılını andığımız Ertuğrul Dursun Önkuzu’nun 40 yıl önce ki cinayetinden bir hafta sonra, yani 01 Aralık 1970 tarihli “Yeniden Milli Mücadele” dergisinde çıkan cinayetle ilgili ayrıntıları dün Hasan Karakaya “Yeni Akit”’teki köşesine taşıdı. O tarihte çıkan dergide Şehit Önkuzu cinayetinin ayrıntılarıyla ilgili bilgileri “Masonların koltuğunda komünistler şımarıyor” başlığı altında anlatıyordu.

Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu Yurdu son yılların en vahşi cinayetine sahne oluyordu. Sırtlanları bile tiksindirecek tarzda iki gün iki gece devam eden işkenceler artık son raddesine gelmişti.

Dursun Önkuzu akıbetinden habersiz son defa haykırıyordu:

“İmdaaat!”

Ama nafile... Feryadına kulak verecek hiç kimse yoktu yurtta.
Biraz sonra birtakım ayak seslerinin geldiğini işitti. Ancak çok geçmemişti ki ikinci bir feryat kapladı ortalığı.
Bitişikteki odadan gelen bu ses Hasan Gürül adlı bir başka milliyetçi gencin sesiydi. Ve arkadaşının feryadına ancak feryatla mukabele ediyordu.

Hasan Karakaya yazısına şehit Önkuzu cinayetinde bulunan “itirafçı” Ali Başpınar verdiği beyanlarına dayanarak Şehidin son saatlerini şu itiraflarında bulunuyordu.

Meselâ, bir “itiraf!”
Dursun Önkuzu’yu katledenlerden Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi Ali Başpınar’ın kendi beyanlarına göre; olay şöyle gelişir:

“23 Kasım 1970 tarihinde Erkek Teknik Yüksek Öğretmen Okulu öğrencisi E. Dursun Önkuzu’yu önce kaçırarak hapsetmişler, sonra bilahare feci şekilde dövmüşlerdir. Bununla da yetinmeyen sanıklar, bir bıçakla Dursun Önkuzu’nun bilek damarlarını kesmişler, ağzına lastik hortum takarak pompayla şişirmek suretiyle vahşiyane bir şekilde öldürüp 3. kattaki odanın penceresinden atmışlardır.

Bu bilgiler dâhilinde işte böyle katledilmiştir. Önkuzu!..

Peki, “Önkuzu’yu katledenler kimlerdi, ne oldu, nasıl bir ceza aldılar?”.

Hasan Karakaya sorduğu sorusuna kendisi yine kendi köşesinde cevap veriyor.


““İşte böyle bir yargılama” sonunda, mahkemenin verdiği cezalar şöyle:

M. Ali Kabakoğlu’na 20 yıl,
                                                          
Adnan Altıparmak’a 20 yıl,

Sabri Uyar’a 20 yıl,

Mehmet Özdemir’e 20 yıl,

Sabri Uçar’a 8 yıl, 4 ay,

Şefik Şenel’e 13 yıl, 4 ay,

Akif Atasayar’a 13 yıl 4 ay,

Cem Uyar’a 12 yıl,

Ali Başpınar’a 10 yıl,
Fikri Aytan’a 10 yıl,

Feridun Tamirer’e 12 yıl!..

“GENEL AF”TAN YIRTTILAR!

Hemen söyleyelim;

Bu“cani”lerin hiçbiri, verilen ceza kadar yatmadı hapiste... Çünkü, “mahkûmiyet”lerinden kısa bir süre sonra, yani Mayıs 1974’te “genel af” çıktı ve hepsi de yırttı!..

Buraya kadar “tamam” diyoruz. “Hasan Karakaya” şehit önkuzu ile ilgili iddiaları neden bugün gündeme getirmiş ve satırlar “Hasan Karakaya” arasında neyin “itiraf”’ında bulunmuştur.

Hasan Karakaya çeşitli beyan ve görüşlerine dayanarak geçen mayıs ayında CHP genel başkanlığına seçilen Kemal Kılıçdaroğlu’nun, 23 Kasım 1970’te solcuların “Teknik Öğretmen Okulu’nu” basıp, 4 gün boyunca işgal edilmesinde, ülkücü şehit önkuzu cinayetinde bulunup bulunmadığını ilgili sorularda bulunmuş.

Bu soruların muhatabı tabii ki CHP genel başkanı Kemal Kılıçdaroğlu’dur. Bu süre içerisinde kendisi bir cevap verecektir.

Fakat bu soruların muhatabından mukabile, Hasan Karakaya ilginç bir “ayrıntı” ve “itiraf” ta bulunmuştur. Öncelikle Hasan Karakaya bu soruları neden bugün gündeme getirmiştir.

Kemal Kılıçdaroğlu, yaptığı görevler “SSK Genel Müdürü”, “8 yıllık CHP milletvekilliği”, “CHP Grup Başkanlığı” ve “CHP İstanbul Büyükşehir Başkanlığı’na aday” süresince getirmeyen bu sorular neden şimdi gündeme getirilmiştir?

Ayrıca Hasan Karakaya’nın yazdığı “Akit”, “Vakit” ve “Yeni Akit” in yayın çizgisine bakıldığında, MHP ve ülkücülere “Kafatascı”, “Faşişt”, “Kanla beslenenler” , “ Metin yükselin katilleri” ve “Münafıklar” diye suçlamalarında bulunan bir yayın politikasına sahip iken “Bayram değil seyran değil eniştem beni niçin öptü” misali yıllar sonra ülkücü şehitler şimdi mi akıllarına geldi diye biz ülkücüleri düşünmeye sevk etmektedir.

Yeni Akit” yazarı Hasan Karakaya’nın, sorularına muhatap olan Sayın Kılıçdaroğlu’nun, kendilerinin siyasi temsilcileri olan AKP’nin deşifre ettiği yolsuzluk dosyalarının aklama operasyonu olduğudur. Yoksa sözüm ona MHP veya Ülkücü aşkından gelmemektedir. Yoksa Hasan Karakaya bu konuda samimi olsaydı, Önkuzu cinayetinde bulunanların kimlerin “affettiğini” gün yüzüne çıkarıldı. Asıl üzüntü veren noktalardan biri AKP’nin “yolsuzluk“ dosyaları ne yazık ki “ülkücü şehitler” üzerinden kapatılmaya çalışılması bütün ülkücüleri derinden yaralamaktadır. Ülkücüler sadece “Türkiye’nin birliği ve güvenliğinde” değil, Türk halkının “yetim haklarının” korumasında da çimentosudurlar.

Bu yüzden Hasan Karakaya’ya bir sözümüz var, bizim için “Önkuzuyu katleden de, katillerini affeden de bir” dir. Ne yazık ki Hasan Karakaya bunu gündeme getiremez, çünkü 15 Mayıs 1974’de Önkuzu katledenlerin bu suçtan yırtmasını sağlayanlar, Hasan Karakaya’nın dünya görüşünün siyasi temsilcileri olan AKP’nin omurgası oluşturan, CHP ile koalisyon ortağı olan “Milli Selamet Partisi”dir.

Evet, yanlış okumadınız, Önkuzu’nun katillerini affedenler bugün hükümetin siyasi yelpazesinin omurgası olanlardır. Eğer Kemal Kılıçdaroğlu bu işgal ve cinayet içinde bulunmuş olsa da, bunları “Genel Af” ile sokağa saranlar Hasan Karakaya ‘nın siyasi yelpazesinin yaptığı koalisyondur. Bütün akil adamların buluştukları tezde, 1974’deki yapılan “Genel Af”, 12 Eylül 1980 darbesini tetiklemiştir. Yani 12 Eylül darbesinin en önemli seyri, 1974’te çıkan “Genel Af” ile olmuştur. Hasan Karakaya bizce bunları cevaplaması gerekmektedir.

Ülkücülerin din anlayışı “İslam Ahlakı” üzerine kurulmuştur. Bu yüzden Ülkücülerin Müslümanlığı “dosdoğru” olmasıdır, Hasan Karakaya beyefendiye ülkücüler olarak bir uyarımız da, Kuran-ı Kerimde belirtilen “…dosdoğru olunuz” olacaktır.

Yani anlaşılacağı gibi “Önkuzu’yu katledenlerde, katillerini affedenlerde birdir.

10 Aralık 2010 Cuma

Metin Tokdemir'ler ölmez!

Osman Turan yazdı.
Dosdoğruydu ok tokdemir
Zafer geldi yok tokdemir
Senin suladığın güller
Yeşerdi bak, bak tokdemir
Referandum seçiminden birkaç gün öncesinde, İnternette haberleri bir taraftan inceliyor bir taraftan çayımı yudumluyordum. Gözüme bir paylaşım ile ilkindim. Paylaşım da bir dönem “eski ülkü ocakları” ile bir  “ partinin” genel başkanlığını yapmış, bir ağabeyin “ Efsane Ülkü Ocakları Genel başkanı” diye tanıtım videosunu hayretler içinde izlerken şaşırıp kalmıştım. Bir anda 18 yıl öncesine gittim. O günlerde sevinci ve hüznü bir anda yaşamıştık. Seçimlerden önce “Ülkücüler Meclise” diye haykırırken, seçimlerden sonra bir anda Ülkücü ve Türk milliyetçilerin üzerinde kara bulutlar dolaşmaya başlamıştı. Sonbahardaki “hazan yaprakları” gibi dökülen eski ağabeylerimizi gördükçe kahrolmuştuk. O günler gözlerimden film şeridi gibi geçtikçe yoruma “hayır, bizim efsane Ülkü Ocak Genel Başkanımız Metin Tokdemir’dir  “ diye yorum yapmıştım.  Evet, rahmetli Metin Tokdemir, 1980 sonrası yetişen ülkü gençlik için bir efsane olmuştu, 1980’den sonra Ülkücülerin üzerine düşen “ölü toprağına” ve bazıların her şey bitti diyenlere rağmen Metin Tokdemir “ İşte Dava” demiş, Anadolu’da çoban ateşini yakan yegâne kişilerden olmuştur. Ne makam, ne mevki paye peşinde koşmuş, sadece “Biz ümit varız. İnşallah milletimizle birlikte, Cenabı Allah’ın yardımıyla da Türk milletini aydınlık yarınlara taşıyacağız” diyerek Metin Tokdemir bir bozkurt olmayı tercih etmiştir. Ama bir ağabeyimizin ifadesiyle “ Asıl kahramanlar öne çıkıp, ben kahramanım demez” ifadesi bir anda yüreğime kor ateşi düşürmüş, Metin Tokdemir’i ne kadar gelecek nesillere tanıttık diye hayıflanmıştım. Aslında Metin Tokdemir ile çok anım olmuştu. Metin Tokdemir “Vuslata” uçmadan birkaç gün önce ocağımız tarafından parti genel merkezde görevlendirilmiştik. Metin Tokdemir ocağın gençleriyle bir taraftan şakalaşır bir taraftan sohbet ederdi. Erzincanlı olmam sebebiyle Metin Tokdemir bana “ Bozkurt hemşerim” diye takılırdı. Milletvekili seçmen listelerinin kesinleştiği günü hiç unutamıyorum, Başbuğumuzun yanından sevinçle çıkıp benimle sarılmasını “ Hadi seni memlekete götürüyüm” sözünü hiç aklımdan çıkmamıştı. Gidememiştim ocağın verdiği görevi bırakıp. Her zaman bu hüznü hep yüreğimde taşıdım.
Sevda metin, yürek metin
Yollar yokuş, yollar çetin
Sen vuslata erdin amma
Nesilleri sarar methin
Metin Tokdemir,  Gümüşhane Kelkit’te başlayan, Trabzon’un Maçka ilçesinde sonlandıran o kısacık dünya hayatına rağmen büyük işler sığdırmıştır. Eskişehir’deki Üniversite yıllarından itibaren sırasıyla Ülkü Ocakları, Ülkücü Gençlik Derneği ve Ülkü Yolu Dernekleri'nde yöneticilik yapmıştı. 1980 sonrası ise Eskişehir Ülkü Ocakları Başkanlığı ve Ülkü Ocakları Genel Başkan yardımcılığı daha sonra ise Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı görevlerinde bulundu. Yeni Düşünce, Ortadoğu, Milliyetçi Çizgi ve Hergün gazetelerinde köşe yazarlığı, Yazı İşleri Müdürlüğü ve Genel Yayın Yönetmenliği görevlerini yaptı. Metin Tokdemir Ülkü Ocakları Genel Başkanlığı sırasında bütün Anadolu’yu gezerek ülkücü harekete üzerindeki ölü toprağının kalkmasında ve ülkücülüğün nakış nakış işlenmesinde önemli rol oynamıştı. Hele 19–20 Ocak 1990 tarihlerinde Azerilerin Bakü’deki Azatlık Meydanı'nda Rus tankları altında ezildiği sırada, Türkiye genelinde düzenlediği “Organize Tel'in Mitingler” ile Türk milletinin gönlünde taht kurmuş, onun bu hareketi geniş kitleler tarafından desteklenmiş ve onun sayesinde Türk soydaşlarımız, haklı davalarını geniş platformlarda duyurabilme imkânına kavuşmuşlardı.
Metin Tokdemir, tavizsiz bir “Türk milliyetçisi ve Ülkücü” olduğu kadar davasına bir “aşk” ile bağlanmış, “birleştirici toplayıcı” bir karaktere sahipti. Buna rağmen şahsi menfaatlerini, davanın ruhuna engel teşkil edecek derecede öne sürmeyen ve hak bildiği yolda yürüyen Tokdemir, sadece davasının başarısını düşünmüş ve sabırlı, azimli, ahlaklı, basiretli, disiplinli ve kültürlü bir dava adamı olmuştur.


Ömrü çileyle bilendi
Pes etmedi hep direndi
Garip dostu dağ gönüllüm
Hem yiğitti hem erendi
Metin Tokdemir, bazı kahraman (?) ve ağabeylerin (?) 1995 tarihte seçimler öncesinde o günlerin güçlü partisi olan ANAP ile “ ittifak” ve “ milletvekili pazarlıkları” yaparken kendisinin verdiği bir röportajda;
“Artık MHP’liler dünkü gençler değil. Artık MHP’nin yetişmiş kadroları var, teknotratları var, bürokratları var, akademisyeni var, yazarı var, çizeri var. Bugün ANAP’ından DYP’sine, Refah’ına kadar bir partinin ülkücü aday aramalarının sebebi nedir? Çünkü ülkücüler kabiliyetli insanlardır. Çünkü ülkücüler Türkiye’nin meselelerine vakıf insanlardır. Çünkü ülkücüler etraflarında sosyal faaliyetleri ile imajlarıyla güçlü insanlar Demek ki, Ülkü Ocakları ekolü iyi yetiştirmiş Birileri Ülkü Ocakları ekolünden yetişmişler başka başka yerlere gitmişler bunlar onların problemi. Ama ben şunu ifade ediyorum; “bugün birileri İslam adına, birileri bölücülük adına, birileri Marksizm” adına “Türklüğe” karşı bir husumet cephesinde bir araya gelmişlerdir. Bakım bugün devletin resmi görüşüne göre Türkiye’de 24 tane etnik grup var. Türkiye şimdi, hızla kendi Türk kimliğinden vazgeçiyor. Şimdi Bulgaristan’daki soydaşlarımıza baskı yapıldığı zaman biz Bulgaristan’a “Dur” dediğimizde ne diyordu. Niye Türklük kelimesini kabul etmiyordu. “Bunlar Müslüman azınlık, Türk değil” diyordu.  “Niye Türklük kelimesini kabul etmiyordu? Hak iddiamız ortaya çıkmasın diye. Şimdi Türkiye, devletiyle ve bir takım siyasileri ile ne yazık ki, bu Türk kelimesinden geriye çekilmektedir.”
Bugün MHP’nin varlığı olmasaydı, ülkücülerin varlığı olmasaydı, Türkiye bölünme noktasına çoktan gelmişti. O nedenle, ben Metin Tokdemir olarak yetişmişsem, bir takım kabiliyetlerimiz ve erdemlerimiz varsa “Ülkü Ocakları’nda ve MHP” de aldık.
Yani bugün ben ülkücüyüm, ben MHP’liyim diyenlerin hepsi MHP ve Ülkücü Harekete vermekten çok ondan almışlardır. Ahde vefasızlık namussuzluktur., ahde vefalı olduğumuz içinde, MHP’deyiz. Bugün İslam’ın de, Türk Milleti’nin de yegâne ümidi şu topraklarda yaşayan insanlardır. Biz buradayız, MHP’deyiz. Gidenlere Allah selamet versin.”   O günün “kırk kapı tilkilerine”  gereken cevabı vermiş, tavizsiz bir Ülkücü ve Türk milliyetçisi olduğunu göstermişti.
Ne ilginçtir, Metin Tokdemir’in verdiği bu röportajın 15 yıl geçmesine rağmen yine bazı ağabeylerin (?) kapılar arkasında bugünün siyasi iktidar ile “kirli pazarlıkları” yaparken buna rağmen MHP Genel Başkanı Devlet Bahçeli’nin  “Güç Birliği ve Millet bekası” davetine evet diyen Ümit Özdağ, Koray Aydın, Sadi Somuncuoğlu, Özcan Yeniçeri, Azmi Karamahmutoğlu, Erdem Karakoç, Ozan Arif ve daha isimlerini sayamadığımız bütün Türk milliyetçileri ve Ülkücüler, Metin Tokdemir’in 15 yıl öncesinde göstermiş olduğu “Türk – İslam “ ruhunu bugün yine yaşatmışlardır.
Bu yüzdendir ki bizler Türk milliyetçileri ve genç Ülkücüler olarak gözümüzü ilk açtığımız efsane Ülkü Ocak Genel Başkanımız Metin Tokdemir’in ifadesiyle “Ben ümit varım. Türkiye’nin kaynakları ve insan gücü Türkiye için ümitli olmaya yeter. Yine bir Hadis-i Şerif’te buyruluyor ki, Cenabı Allah bir milleti helak edeceği zaman o milletin açlarına ve susuzları yüzü suyu hürmetine azaptan vazgeçer. Şimdi, ben de biliyorum ki, eğer Cenabı Allah bir milleti açların ve susuzların yüzü suyu hürmetine helak etmekten vazgeçiyorsa, uğruna bu kadar çileler çekmiş bu kadar şehitler vermiş, bu kadar düşmanlığı bünyesinde toplamış bu aziz milleti de Cenabı Allah hidayete erdirecektir. Bu aziz millete de kurtuluşu gösterecektir.” Türk milliyetçilerin ve Türk – İslam ülküsünün ruhunu daima yaşatıp daha ileri taşıyacağız.

Tur Dağı'nı Hira Dağı Zanneden Aydınlarımız

Osman Turan
Bugünün Türkiye’sinde Türk milliyetçiliği ve ülkücülük yükselen bir değer oldu. Yükselen değer olmasında en büyük sebep son yıllarda oluşan siyasi iklimin gereği oldukça açıktır. Düne kadar Türk milliyetçiliğini ve ülkücülük fikrini ağzına almayan bazı aydınlarımız (?), bugün geldikleri noktayı unutarak bir anda bu fikre sarılır oldular. Bu bazı aydınlarımız (?) 1980 öncesi bir dönem ülkücü ve Türk milliyetçililerin içinde bulunsalar da, 1980 sonrası dünyayı etkisine altına alan tek kutuplu ABD’nin “ Yeni Dünya Düzeni” projesinin kapsamı alanına girmişlerdir. Milliyetçilik ve ülkücülük fikrinin aksine “beynemiel” ekseninde buluşan bu aydınlarımız şimdi zihin bulanıklığı yaşadıkları ortadadır. Bunu bir aydınımızın (?) “nation” (millet, ulus, budun) kimliğine karşı “everybody” (herkes, kâinat, ele lam) kimliğini oluşturma gafleti hala “beynemiel” eksenin etkisinde olduğu aşikârdır. Aslında getirmek istediği kimlik “Türk kimliği” ‘ne alternatif “herkes, dünyalı” kimliğidir. Türk milliyeti kavramına karşı alternatif “dünya vatandaşlığı” kavramının olmasını düşleyen bu aydınımız, bir taraftan milliyetçiyim diyerek çelişkiler içinde kıvrandığı ortadadır. Bu zihin altındaki kripto düşüncesi ABD’nin geliştirmiş olduğu “Neo Osmanlıcılık”tır. Neo Osmanlıcılık fikrine gelmeden önce Türk milliyetçiliğini aydınımızın zihin tashihi için yeniden tanımlayalım. Türk milliyetçiliği, “Aynı dili konuşan, aynı kültüre mensup, gönül ve aidiyet birliğini sağlamış insan toplulukların, bağımsızlık ve hürriyet etrafında mutlu refaha ulaşma ülküsüdür”. Yani Türk milliyetçiliği, “ Türklüğün var olma ve ideallerini hayata hâkim kılma sebebi olan Türk gerçeği bütün canlılığı ile ayakta durarak ve doludizgin geleceklere akıtmaktır.” Türk milliyetçilerin en büyük eseri Türkiye cumhuriyetidir. Türkiye cumhuriyetinin kuruluş esasları Türk kimliğiyle özdeşlemiş, milli – devlet üzerine kurulmuş, sınırları çizilmiş bir siyasi organizasyondur. Türk milliyetçilerin Birincil ana ülküsü de “Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak”’tır. İkincil ana ülküsü de “Türk birliği”dir. Türk milliyetçiliği dini, mezhebi ve etnik’e dayalı değil, aidiyet ve gönül birliği temelinde bütün toplumu kucaklayan bağımsız ve hürriyetçi anlayış ekseninde oluşmuş bir düşünce sistemidir. Türk milliyetçiliğinin kabulü olan millet ve bu milletin oluşturmuş olduğu organizma yapı ise devlettir. Türk milliyetçiliğini karşıtı olan, emperyalistlerin geliştirmiş oldukları etnisiteye dayalı mezhep yorumlu federatif devletçilikleri kurma projesinin örtüsü olan “ Yeni Dünya Düzeni”’dir. Bu örtünün bir parçası olan Büyük Ortadoğu projesi ve neo Osmanlıcılıktır. Hedefleri milli  - devletlerdir. Bunların hedefinin ekseni milletler yerine küresel sermayenin dünyaya hâkim kılma düşünce sistemidir. Küresel sermayenin sahibi ABD., İngiltere ve İsrail’dir. Özellikle Neo Osmanlıcılık ve büyük İsrail devleti projesi birbirlerini ikame eden projelerdir. İstanbul merkezli küresel güçlerin Ortadoğu’yu yönetme tezleri olduğu düşünürsek, Osmanlının toprağı olmuş bakanları dışlayan ve Ortadoğu kapsayan bir neo Osmanlıcılığın vahimliği ortaya çıkmaktadır. Bu gün Neo Osmanlıcıların yegâne uğraştıkları ve önlerindeki tek engel “Türk Kimliği” ve özneleri’dir.  Bu öznelerde Türk Kimliğinin oluşturmuş olduğu milli devlet ve bekasını sağlayan Türk milliyetçileridir.
 Bu aydınımızın bu sebepten dolayı zihin bulanıklığının yansınmalarıdır. Bu zihin bulanıklığının tashihi ve kurtuluş reçetesi “Tur dağını, Hira dağı”’nı zannetmemekten ve ayeti kerime de belirtilen “Peki duanız kabul olundu, siz yine doğru ve dürüst olmaya devam edin ve kendini bilmeyenlerin yoluna uymayın! (Yunus–89) uymaktan geçer.

2 Aralık 2009 Çarşamba

YENİ OSMANLICILIK PROJESİNE ELEŞTİRİSEL BİR BAKIŞ - Osman ÇELİK

GİRİŞ                                               

          vahdettin.jpgTürkiye zor bir dönemden geçmektedir. Türkiye stratejik bir kıskacın içerisine girmiştir. ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi ile ilintili olan stratejik kıskacın diğer köşelerini AB-IMF-Kıbrıs-Irak ve ABD oluşturuyor. Komşusu olduğumuz bölgeler yeniden şekillendirilmeye çalışılırken Türkiye'de iki siyasal proje çatışmaktadır. Bu projelerden birisi Türkiye'nin etnik merkezli bir federasyona dönüştürülmesi projesidir. [1] Bu proje diğer bir adı ise ‘Yeni Osmanlıcılık’ olarak veya ‘Türkiyecilik’dir. Diğer proje ise, siyasal Türk milliyetçiliğinin Türkiye Cumhuriyeti milli devletini kuruluş esaslan üzerinde yenileyerek 21. yüzyıla taşımayı hedeflemesidir.
        Ülkemizde son zamanlarda meydana gelmekte olan birçok olayın altında işte bu iki projenin çatışması yatmaktadır. Aslında bu çatışma yeni değildir tarihsel bir derinliğe sahiptir. Bu çatışma Türklerin önce Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya gelmelerinden ve ilk devletlerini kurmalarından Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren (Türklerin iktidar dışında tutulmaları/yöneten-yönetilen sorunu) var ola gelen bir iç iktidar mücadelesinin sebep ve sonuç ilişkileri ile doğu orantılıdır. Türklerin ön Asya’ya gelişlerinden itibaren kurdukları devletlerde, hem Selçuklu, hem Osmanlı’da yönetimin Türk unsurların dışında dönme ve devşirme kökenlilere bırakılmasından doğan ikili yönetim uygulamasının ortaya çıkarttığı sonuçların, Mustafa Kemal Atatürk tarafından yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda giderilmeye çalışılmış ve Göktürklerden sonra ikinci defa adı Türk olan bir devlet kurulmuştur.
       Oysa Türk toplum yapısının ve düşünce sisteminin en belirgin özelliklerinin tezahür ettiği Göktürk Devlet ve toplum yapısında Ak Budun, Kara Budun (Toplumsal sıralaması)bir çatışma ideolojisi yaratmamıştır. Ancak Büyük Selçuklu devleti ile başlayan, Anadolu Selçuklu Devleti ile devam eden ve nihayetinde Osmanlı Devleti süren bu süreçte bir toplumsal yarılma görülmektedir.
        Mustafa Kemal Atatürk’de gördüğü bu gerçeği, teorik yapısının kuruluşu İsmail Gaspıralı ile başlayan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi fikir önderleri ile olgunlaşan Türk Milliyetçiliği ile aşmayı başarmış ve yıkılan imparatorluğun yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. M.Kemal Atatürk, kendisini ve dayandığı erki şöyle açıklar;''Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır.'' Yine Mustafa Kemal Cumhuriyetin dayandığı toplumun dayanması gereken kültürüde şu sözleri ile betimlemiştir.''Bu camianın fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o camiaya dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.''(1926) Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini tarif ettiği milliyetçilik ve Türk milleti şöyledir; ''Milliyetçilik, ırkçılık değil, bilinç birliği temelinde birleşmektir. Türkçe konuşan, Türk milli bilincine sahip olan, kendini Türk olarak duyan, Türk olarak düşünen ve yaşayan herkes Türk’tür.''[2]
         Atatürk’ün fikirlerimin babası dediği büyük fikir adamı Ziya Gökalp’in erken vefatı ve sonrasında Atatürk’ün vefatı sonucu bu büyük sorunun(ayrışma) devamını sağlamıştır. Dış destekli işbirlikçiler tarafından tarihsel gerçekliğin dışında dayatılan tarih ve sosyoloji bilimleri sayesinde dış kaynaklı olarak geliştirilen bu ayrışmanın sonucunda elde edilen bir takım çarpık kanıtlar bu gün birileri için gerçekçi veri olmuştur.  Özet bir şekilde, Türk olan bir devletin devam eden tarihi içinde binlerce yıl boyunca kan akıtarak kurduğu ancak birlikte yaşadıklarını da erkine ortak etmesinin sonucunda kayıp ettiği erkin yeniden kazanımının ifadesi olan Türkiye cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda ki felsefenin varlığına, Türk Milliyetçiliğine olan itirazdır bu gün  dayatılan 'yeni Osmanlıcılık'.


 emperyalizm.jpgEMPERYALİZM


         Bu gün, küresel güçlerin satranç tahtası üzerinde ki taşlarından bir tanesi gibi olan Türkiye’ye bir satranç tahtasında ki taşlara verilen isim ve görevlerin şekillendirdiği gibi,  emperyalist batı tarafından, zaman zaman piyon, zaman zaman at, fil zaman zaman, kale olarak aynı oyunda ki gibi anlamlandırılıp görev verildiğini ve Türkiye’yi yönetenlerinde verilen görevleri yüklendiğini görmekteyiz.  Dış destekli olarak yaratılan iç çekişmeler Batılı küresel güçler sayesinde son iki yüz yıldır nasıl istismar ediliyorsa, bu günde öyle istismar etmektedir.
          Dünya hâkimiyeti mücadelesi veren ABD, her türlü oyunu denemektedir. Tarihsel derinliği olan ‘tek dünya devleti, tek dünya dini’  örtülü emperyalist düşüncesinin karşısında potansiyel bir güç/rakip olabilecek Türkleri ve Türklerin etki alanında olan Müslüman ve Türk devletlerinin yaşadıkları coğrafyayı kontrol etmek topraklarının kaynaklarını sömürmek için türlü oyunlarına Türkiye’yi ve Türk Milletini son iki yüz yıldır araç olarak kullanmaktadırlar.
           Tarihte, “Asya, Avrupa ve Afrika kıta’larının oluşturduğu mekâna Eski Dünya denirdi.  XVI. yüzyıl başlarına kadar insanoğlu dünyayı bu üç kıt'a ile onu çevreleyen denizlerden ibaret sanmış; XVII. yüzyılın sonlarına kadar dünya tarihi bu üç kıta’nın genellikle iskân ve ümrana müsait bölümlerinde yaşanmıştır. Eski Dünya'nın, Asya, Avrupa, Afrika karalarının toplam yüzölçümleri 85 milyon km2'dir. Türk dil ve kültürüne, Türk soyuna mensup kavimler, Türk milletinin binlerce yıla erişen ve kesintisiz bir bütünlük, süreklilik İfade eden tarihi içinde bu 85 milyon km2'lik Eski Dünya yüzeyinin yaklaşık 55 milyon km2'lik bölümünde kısa veya uzun sürelerle (yüzyıllar veya çağlar boyu) hükmetmeleri, medenî varlıkları, dil ve kültürleri, siyasî ve askerî kudretleri ile egemen olmuşlardır. Daha derli toplu bir anlatımla Asya kıt'asının hemen tamamı, Avrupa'nın ortalarına kadar uzanan vüsatte doğu yarısı ve Kuzey Afrika (Afrika'nın medeniyete açık bölümü Sudan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas) Türk hayat egemenlik ve faaliyet alanı olmuştur.’’[3]
           İşte bu tarihi gerçektir ki; Batılılar Türkleri engellemek ve Türklerin bu etki alanlarından faydalanmak için Yeni Osmanlıcılık örtüsü altındaki emperyalist fikrin özünde de, Batının yukarda belirttiğimiz jeopolitik üzerinde ki hâkimiyet ve sömürü amaçlarının olduğu gerçeği bizzat birçok Batılı düşünürün tez olarak ortaya koyduğu sonra ‘da Pentagon tarafından yapısallaştırılan düşüncelerinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda B.O.Projesi ilk akla gelenlerden bir tanesidir.         
         sinir1.jpg Uzmanlar, Dünya’nın artık büyük savaşlara ve ölümlere şahit olmayacağını öngörmektedirler. Çünkü çıkabilecek bir üçüncü dünya savaşı nükleer bir savaş olacağı çok açıktır. Bu bütün insanlığın yok olması ve Dünyanın yaşanamaz bir alan haline gelmesi demektir. Oysa İnsan Dünya’daki yaşamın temel ve değişmez varlığıdır. Yaşam ancak insanın doğa ve diğer yaşam elementlerini iyi yönetmesi ile mümkündür. Yaşadığımız bilim ve bilgi çağında, insanlar birçok bilgiye çok kısa zamanda sahip olabilmekte ve dahi yeni fikirler ve düşünceler çok çabuk üreyebilmekte ve yayılmaktadır. Mekanik Hız çağı aşılmıştır, artık siber hızlı bir çağı yaşamaktayız. Bu çağın gereği olarak insanlar yeni ancak eski zaman yaşamlarının ürettikleri üzerinde inşa ettiği teknolojiler ile birlikte çoklu ideolojiler geliştirmektedir.
         İşin aslında, her yeni teknolojinin dayandığı bir dünyevi gerçek ve ideolojisi vardır.Teknolojiyi ve ideolojisini üretenler,  ideleştirdikleri teknolojiye bağımlı kıldıkları insanları ideolojik olarak da yönetmeyi istemektedirler. Dolayısı ile 21.Yüz yılın hâkim güçleri gelişen teknoloji ve uygulamalarının yardımı ile hedefe giderken toplumların stratejik aklını yok etmeyi, toplumları psikolojik operasyonlar vasıtasıyla dönüştürmeyi, karmaşaya sürüklemeyi ve sürekli propagandayla kendi menfaatleri yönünde toplumların içyapılarını değiştirerek kendi ekonomileri için daha ucuz ve az riskli bir denetim mekanizmasını uygulamayı amaçlamaktadırlar.
         Bu gün yeni Osmanlıcılık fikrini ve amaçlarını anlayabilmek için emperyalizmin tarihsel derinliğini bilmek elbette çok önemlidir. Bunun için emperyalizmin Türkiye ve Türk Milleti üzerinde ki oyunlarını I.Dünya savaşı öncesi ve II. Dünya savaşı ve sonrası ekseninde incelemeliyiz.
        Soğuk Savaş olarak adlandırılan iki kutuplu dünyanın ideolojiler mücadelesi olduğu tezinden yola çıkarak bloklaştırdıkları milletleri “dinsizlikle savaşıyoruz” sloganı altında etki alanına alan Batı,  II. Dünya Savaşı sonrası zayıf ve güçsüz kalan devletleri özgürlük ve hürriyet kavramlarının şekillendirdiği demokrasilerini teknoloji ile birlikte ihraç ettiği kültürü, kendi kültürünün esareti altına almıştır.
        Batı ve Sovyet emperyalizmleri Soğuk Savaş döneminde müttefiklerini içinde yarattıkları kültür ajanları, oluşturdukları hegonomik kukla birlikler vasıtasıyla devletler içinde sosyal, kültürel, politik, ekonomik nitelikli iç sorunlar çıkartmışlar ve sonra bu iç sorunların çözümü adına “demokrasi” veya “proleter hakları” kavramını çözüm olarak üçüncü dünya ülkesi olarak tanımladıkları ülkelerin iç işlerine karışma vasıtası haline getirmişlerdir.
       Dünyadaki hâkim güç olmalarını sağlayan bu stratejilerin devamı için ve kendi gelecek stratejilerinin gereği olarak, nüfuz bölgeleri haline getirdikleri Dünya’nın değişik stratejik bölgelerinde, suni ekonomik krizler çıkartarak milletlerin borçlanmasını ve bağımlı olmasını sağlamışlardır. Zaman zaman bağımlı kıldıkları ülkelerde çıkarttıkları bağımsızlık mücadelelerini destekler görüntü içerisinde, zaman zaman karşı çıkar durumda bazen örtülü olarak destekleyerek, kendi çizdikleri haritalarda çatışan taraflar ve bölgeleri kurgulamışlardır. SSCB’nin çöküşünden sonra ABD bu küresel oyunda tek başına kalmıştır.
       Bu gün hegemon güç ABD İnsanlara; Çatışan medeniyetler adı altında hoş görü temeline dayandırma iddiasında oldukları dinleri hoşgörü ve diyalog süreci içinde tutarak bu sayede din ve inanç hürriyeti adı altında dinleri denetleyerek ve dönüştürerek etnik temelli devletçiklerden oluşan bir dünya haline getirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda bu projenin Türkiye’deki adı olan “Yeni Osmanlıcılık” diye adlandırılan ideolojinin görünen yüzünün, Türkün şeref abidesi olan Osmanlı Devletini Türk insanına, verdiği gururdan faydalanarak, yeni Osmanlıcılık hegemeon güç ve yerli işbirlikçileri tarafından propaganda malzemesi yapılmaktadır.
         yeniosmanlclk2.jpgYeni Osmanlıcılık emperyalist batının etnisiteye dayalı mezhep yorumlu din devletçilikleri kurma projesinin örtüsüdür. Küreselciler, yenidünya düzeninde devletlerin bölünerek federatif veya konfederatif birlikler halinde yeniden teşkilatlandırılarak, mevcut Dünya sistemine uyumlu/bağımlı kalmalarını kontrollü bir şekilde hizmetkâr pozisyonunda tutmayı sürdürmek istemektedirler. Özetle, ‘yeni Osmanlıcılık’ yeni emperyalist düşüncelerin Türkiye’de ki yeni örtüsüdür. Yüzyıllarca Dünya hâkimiyeti için (tek din, tek devlet) yollar düşünen ancak Türklerin göğsünde patlayan Haçlı Seferleri,  Türklerin bu çok boyutlu saldırılar karşısında geri çekilmesi/yenilmesi sonucunda bu gün bir buçuk milyar Müslüman’ın emperyalist batının kölesi durumuna getirmiştir.
        Dünya hâkimiyet mücadelesinde Batıyı öne geçiren etkenlerin en başında bilim ve bilgi gelmektedir. Türklerin uzun tarihsel yolculuğunda bilim ve bilgide üstünlüğü kayıp ettiklerinden itibaren gerileme başlamış ve üstünlüklerini kayıp ettikleri görülmüştür. Bu anlamda tarihimiz içinde birçok örnekler mevcuttur. Bir örnek verecek olursak; Hicve hanı Ebulgazi Bahadır Han, Türkmenlerin Şeceresi adlı eserinde ‘Alp’ tipini şu atasözü ile dile getirmiştir.''Türkün konup göçmediği yer varmı? Türkün gezip, görmediği il varmı?'' Bahattin Ögel’e göre, bu gezip görme alışkanlığı Türklere, birçok yeni bilgi ve deneyimler kazandırmıştır.
 
            Türkler için Anadolu’nun kapıları 1040 yılından yapılan Dandanakan savaşının sonucunda 1071 yılında Malazgirt meydan muharebesi ile açılmıştır. Bu gün birçok ön-Türk tarihçisi Türkolog Türklerin Anadolu’ya çok daha önce geldiklerini ortaya belgeler ile koyuyor olsa da burada Bahattin Ögel’in yolunu takip edilecektir. ‘Bahattin Ögel, eski Türk Tarihi üzerinde yürütülen incelemelerin-elimizde bulunan maddi nesneler ve kayıtlar nedeniyle-Hunlarla başlatılması görüşündedir.’ Ona göre, tarihin yöntemi:’’Bilinen çağdan bilinmeye çağa gidiş’’olmalıdır.[4] Bu çalışmada bilinen çağın içinde kalıp, var olan derlenmiş bilgilerin ışığında “Yeni Osmanlıcılık Projesini” yapanların hangi kanıtları ne için kullandıklarını deşifre etmeye çalışacağız. Bu bağlamda ülkemizde son yıllarda medeniyetler arası diyalog ve dinler arası hoşgörü tarihsel perspektifinin bu güne yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız.


Dinler ve Medeniyetler Arası Diyalog, Misyonerlik ve Yeni Osmanlıcılık
         

     İslam dünyasını önce çökertmek, sonra onu kendi emellerine göre yeniden kurmak ve onun efendisi olmak için Batılıların yürüttüğü tüm çalışmalara Şarkiyatçılık veya Oryantalizm, Şarkiyatçılara da sömürgeciliğin keşif kolu diyoruz. Tüm İslam ülkelerini ve hatta tüm Doğu’yu politik, sosyolojik, askeri, dini, ideolojik, ilmi, estetik ve fikir bakımdan yönetmek iddiasıyla kurumlaşan oryantalizm, misyoner mektepleri vasıtasıyla Türkiye’nin seçkinlerini büyük oranda ele geçirmiş, bizim çocuklarımızı alıp, arzu ettiği aydın tipini yetiştirmiştir.[5] Kazım Karabekir Paşa şöyle demektedir; “Misyoner teşkilatlarının iç yüzünü bilmeyen müstemleke halkının esaretten kurtulması şöyle dursun, bu teşkilata karşı kayıtsız kalan müstakil milletlerin bile geleceği tehdit altındadır.”[6] Bugün medeniyetler arası ittifak, dinler arası hoşgörü projelerinin arka planını anlamak için tarihsel boyutu bilmemiz bu gün bu projelerin amacının ve destekçilerinin deşifresinde önemlidir.
           Avrupalıların, İslam Dünyası’na hâkim olmak, İslam Dünyası’nı kendi çıkarlarına göre yeniden kurup şekillendirmek ve İslam Dünyası’nın amiri olmak için geçmişte hilafet makamını ve Osmanlı Devletini kullanmışlardı. Bu gün gelinen noktada; Prof.Dr. Nadim MACİT değerli eseri ‘’İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye’’ adlı eserinde bu duruma şöyle bir açıklama getirmiştir. ‘’Yeni Dünya sisteminin sınır ülkesi olarak tanımlanan Türkiye; İsa Mesih’in misyonunu tamamlama, üçüncü binyıl stratejisi bağlamında Katolik, Protestan eksenli teo-stratejik modeller ve Fener-Rum Patrikhanesi’nin faaliyetleriyle kıskaç altına alınmaktadır. Çünkü bu teo-stratejik ittifakın arkasında batının merkezi devletleri yer almaktadır. Bir taraftan politik-stratejik amaçlara bağlı olarak üretilen diyalog, hoşgörü havucuyla Türkiye; İslam coğrafyasını yeniden inşa etmenin politik-dini aracı haline getirilmek istenmektedir.’’[7]
            Anadolu coğrafyasında başlayan ilk misyonerlik hareketlerinin ’’Hıristiyanlığın yayılma devirlerinde, ilk Hıristiyan havarileri olarak nitelenen St. Andrew Skita Trakya ve Balkanlarda, Flip, Batı Anadolu’da, St. Mathew Arabistan’da çalışmış, Thaddeus İran’a, St. Mark Kuzey Afrika’ya kadar giderek, Hazreti İsa’nın dinini yaymak istemişlerdir. Tamamen amatör anlayışa yapılan bu çalışmalar sonunda Ermeni kralı Tridat Hıristiyanlığı seçmiş[8],böylece Hıristiyanlık Anadoluda hızla yayılmıştır. Tridat’ın Hıristiyan olup, Hz.İsa’nın şeriatını egemenliği altında ki halka kabul ettirmek için çalışmalara başlamasından on yıl sonra imparator Konstantin de bu yeni dine intisap etmiştir’’.[9]
          Değişen dünya stratejilerine uygun bir zihniyet, yani bakış açısı ve tutum üretmek için dinin meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığına iyi bir örnek olarak imparator Konstantin gösterilebilir. ‘’Dini siyasi hedefler için kullanmak ve kendi dünyevi otoritelerini tahkim etmek için sahte itikatlar icat etmek bu girişimin iki misalidir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.’ Nitekim’Kendisi dindar olmadığı halde Konstantin hem devleti ayakta tutmak hem de devlet işlerinde dinin fonksiyonlarından faydalanmak için[10] 313’te Milano Beyannamesi ile dini imparatorluk içinde serbest bırakmıştı. Bununla birlikte Bizans Hükümdarlarının emir ve isteklerine karşı gelen patriklerin görevden alındıkları ve sürgün edildikleri de bir gerçektir.[11] Bu tarihsel gerçeklikten çıkartacağımız ders dinin böyle bir amaç için de kullanılabileceğidir.
         Osmanlı İmparatorluğu, her imparatorluk gibi doğuş, yükseliş, duraklama ve çöküş evrelerinde geçerek, 1918’de ortadan kalkmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından 80 sene sonra onun ardılı olan Türkiye Cumuriyeti’nin de ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Bir başka ifade ile ‘Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle bu gün Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı sorunlar çok büyük bir benzerlik göstermektedir.[12] Osmanlı İmparatorluğu 1830’da Amerika’yla bir ‘Ticaret ve Seyrüsefer Anlaşması’ imzaladıktan sonra, İngilizlerle Gümrük Birliği benzeri 1838 ‘Balta Limanı Anlaşması’nı’ imzalayarak yarı-sömürgeleşme sürecine girmiştir. Avrupa uyum yasaları benzeri 1839 ‘Tanzimat Fermanı’yla çürüme hızlanmış,1854’te yabancı devletlerden borç almaya başlayan Osmanlı, kısa sürede yabancı güdümünde bir yarı-sömürge devlet konumuna düşmüştü.[13]
        19.yüzyıl boyunca fikir ve yaşam kalitesi anlamında çığır açan gelişmeler olmuştur. Ancak 19.Yüzyıl boyunca yaşananların 20.yüzyılın başında yaşanacakların hazırlayıcısı olduğunun farkında olarak ikinci paylaşım yüzyılının 20. yüzyıl olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda yeni yüzyılın savaşları 21.Yüzyılın savaşlarının D.Y.Ç (düşük yoğunluklu çatışma) üzerinden yürütüleceği son yıllarda meydana gelen olayların ve olayların ortaya çıkış süreçlerinden anlamaktayız. Prof.Dr. Ümit Özdağ D.Y.Ç konusunda şöyle demektedir. ‘Düşük Yoğunluktu Çatışma, doğası gereği askerî değil politik bir mücadeledir.’[14] Ülkelerin sahip olmak istediği değerlerin bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditler ile karşı karşıyadırlar.[15] Dolayısı ile Türkiye bulunduğu jeopolitik gereği küreselcilerin hegemonya kurmak istedikleri bölgelere en yakın ve en etkin ülke durumundadır. Bu önemden dolayı bir imparatorluk bakiyesi olan topraklar üzerinde teşekkül etmiş bir milli devlet olması bu gününün dünyasını yönlendirme gayretinde olanların işlerini yapmalarına engel olmaktadır.
            Ele geçirdikleri siyasi ekonomik, kültürel üstünlüğü Osmanlı devletini’nin hâkimiyet alanı içinde ki topraklarının paylaşımı ve bu toprakların altındaki ve üstünde ki kaynakları sömürme gayretinde olan Batılı emperyalist güçler,  bu amacına ulaşabilmek için son noktada Osmanlı Devletinin ortadan kalkması projesini de içerien 1.Dünya Savaşını çıkartmıştır. İşte bu savaşın ortaya çıkması için geçen bu süreye tarihçi İlber Ortaylı “İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı” olarak nitelendirmiştir. Bu süre içinde Osmanlı İmparatorluğu içinde meydana gelen birçok olayın faili durumun da olan Batı, bu süreç içinde birçok ayrılıkçı ve yıkıcı faaliyetleri teşvik etmiştir. Bu günde bu süreç bitmemiş ve halen devam etmektedir. 19.Yüzyıl boyunca geçen süreci modernleşme olarak nitelendiren İlber Ortaylı, şöyle demektedir; ‘İkinci Viyana bozgunundan Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar Osmanlı modernleşmesinin gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır.’[16] Elbette bu süreci tarih hazırlamıştır, ancak bu tarihi kim yapmış ve yazmıştır?
           19.Yüzyıl boyunca Dünya’da yaşanan gelişmeler çerçevesinde ortaya çıkmış olan Osmanlıcılık fikrinin bu gün yeni Osmanlıcılık olarak sunuluyor olması her iki fikir arasında bir benzerlik olduğu gerçeğini ortaya çıkartmamaktadır. Çünkü Osmanlıcılık fikri Osmanlı imparatorluğunun çözülme süreci içinde ortaya çıkmıştır. Osmanlıcılık fikrini savunan o zamanın bir kısım aydın ve devlet erkânı, Osmanlı devleti içinde ki farklı etnik unsurlara dayanan çok kültürlü, çok etnisiteli toplum yapısını Osmanlı milleti adı altında bir araya getirmeyi düşünmüşlerdir. Osmanlıcılığın bir proje olarak iflas etmesinden sonra devletin bütünlüğünü muhafaza etmek için uygulanan bir projede İslamcılıktır. Sultan Abdülhamit döneminde Panislamizm adı altında denenen bu projede Osmanlı Devletinin birliğini sağlamaya yetmemiştir. Sonunda Türkçülük(Türk Milliyetçiliği) sayesinde imparatorluğun son kara parçası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti teşekkül ettirilmiştir.
          Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında fikir tartışmaları olmuştur. Bu karşı düşünceler ve fikirler imparatorluğun son yıllarında ortaya çıkan Osmanlıcılık, siyasal İslamcılık olmuştur. Bu tartışma Cumhuriyet kurulduktan sonra da bitmemiş ve halen devam etmektedir, Bu gün yeniden ortaya konulmaya çalışılan Yeni Osmanlıcılık fikrinin temel kanıtı olan farklı etnik unsurların Osmanlı milleti adı altında bir araya getirilerek Osmanlı milleti yaratılması fikri bu gün Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde farklı etnik unsurlara dayalı toplum yapısı dayatması çerçevesinde Türkiyelilik oluşturmaktadır. Osmanlıcılık, imparatorluğun bir yüz yıl boyunca toprak ve millet bütünlüğünü koruma amaçlarına yönelik bir yol arayışı olarak ortaya çıkmıştı.
       


YENİ OSMANLICILIK
           

     Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşu ile birlikte bu fikirde Osmanlı gibi tarihi bir fikir olarak tarihteki yerini almış olmalıdır, ancak bu gün yeniden ısıtılarak önümüze konulduğunu sandığımız Osmanlıcılık fikri ile Yeni Osmanlıcılık bir birlerinden çok farklıdır. Çünkü Osmanlıcılık yeni Osmanlıcılık gibi bölmeyi değil birleştirmeyi hedeflemektedir.
            Stratejist, Ahmet Davutoğlu “Yeni Osmanlıcılık” fikrinin günümüzdeki temsilcilerindendir. “Stratejik Derinlik” adlı eserinde bu konuya yer vermiştir. Davutoğlu, ‘Fransız Devriminin oluşturduğu dinamik şartlar içinde hem Avrupa’yı sarsan milliyetçilik dalgasının iç bütünlüğü etkilemesini önlemek, hem de 1815 Viyana Kongresi ile oluşan yeni düzen içinde yer alabilmek isteyen Osmanlı idarecileri, yeni uluslar arası konjöktür ile iç siyasi kültür arasında bir denge oluşturabilmek amacıyla Osmanlıcılık akımının yönlendirdiği reform hareketlerine girişmişlerdir.’demektedir.[17]
       Bu açıklamadan da görüleceği üzere tarihsel bir geçeklik olarak batının ortaya koyduğu dayatmalar ve kurallar, tarih olarak sunulmaktadır. Oysa tarihsel olarak konuyu Türk gözü ile bakar ve incelersek Türk’ün tespiti’ni şekillendiren analiz tarihsel gerçek içinde şöyle olmalıdır.
     Başlangıçta Osmanlı imparatorluğu Fransa’nın cumhuriyetçi düşünceler yayarak krallıkları devirmeye, Avrupa’ya ve Dünya’ya egemen olmaya kalkışmasını umursamamıştı.[18] ( Çünkü’Osmanlı, Fransız Cumhuriyeti’ne başlangıçta dostluk göstermişti. Devrim günlerinde yiyecek sıkıntısı ve kitlesel açlık baş gösterdiğinde, Osmanlı ülkesi bol bol yiyecek göndererek Fransızları açlıktan ölmekten kurtarmıştır. Buna karşılık Fransa Cumhuriyeti ve Fransız generalleri, Osmanlı’nın Hıristiyan uyruklarını ayartmaya çalışmaktan geri durmadılar.’’Fransa ‘dinsizliği yayan’ , ‘halkı hayvan düzeyine indirgeyen’ ,İnsan hakları diye bir başıbozukluk bildirisi yayınlayıp bütün dillere çevirterek yeryüzünde ki bütün halkların uyruğu oldukları hükümdara karşı ayaklandırmaya kışkırtan’ bir ülke olup çıktı. Osmanlı Devleti öteki devletlerin karşı karşıya bulundukları tehlikenin içinde midir, değil midir, sorusu düşünülmeye değer. Bütün devletlerin Fransa’ya karşı birleşmeleri gerçekleşirse, bu ittifakın asılamacı, Fransa devletini savaştan önceki durumuna getirmek ve zorla aldığı bütün toprakları eski sahibi devletlere geri vermek böylece devletlerarası dengeyi sağlamak olmalıdır. Osmanlı Devleti, Fransız Devrimi ve onu izleyen benzeri hareketlerin ezilmesine var gücüyle çalışmalıdır.’İşte böyle yazıyordu dış işleri Bakanı (Reisülkütap)Ahmet efendi, Fransız Devrimi ve Cumhuriyetçilik üzerine 1798 baharında ‘Politika Dengesi’ başlıklı raporunda.
        Diğer taraftan Osmanlı Napolyon döneminde Fransa’yla savaşıyordu. Napolyon önderliğinde tüm krallıkları devirip Avrupa’yı kendi yönetimi altında birleştirerek dünyaya egemen olmak üzere kalkan Fransa, Avrupa’yı kan ve ateşe boğmuş; Avrupa devletleri Fransa’yı ancak birleşerek durdurabilmişlerdi. İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya, 1814’te Fransa yüzünden bozulan Avrupa dengesini yeniden kurabilmek üzere ‘Viyana Kongresi’ düzenlemişler ve burada ‘European Concert’ (Avrupa Korosu) adını verdikleri bir birlik kurmuşlardı.[19] Bu kongreye İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya dünkü düşmanları Fransa’yı bile çağırırken Osmanlıyı çağırmamışlardı. Çünkü Osmanlı ölüm döşeğinde ki bir devlet olarak görülüyordu.[20] Davutoğlu, tarihi yazanların anlattıklarını tarihsel bir geçekçilik olarak stratejisine temel yaparken işin esasında yaşananları görmezden gelerek kendi tezini güçlü kılmaya çalışmaktadır. İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun en uzun yüz yılı ‘ adı altında vurgu yaptığı Osmanlı modernleşmesinin gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır vurgusu, Davutoğlu’nuna fikirleri’nin bezer olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak ortaya çıkan bu durumun arka planında meydana gelen olaylara ve kanıtlara baktığımızda ise Osmanlı’nın yönetiminin bir takım olayların farkında olduğunu ancak yönetim kademesinde ki basiretsizlikler veya diğer etkenlerin etkisinde kendisini Avrupa Konseyi içinde olmakla kurtarabileceği saplantısının hâkim olduğu görülmektedir.
       ab1.jpgBu günde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği Avrupa Birliği içinde aranmaktadır. Diğer bir deyişle, Osmanlı Avrupalılar tarafından hazırlanan plan ve projelerin yerli işbirlikçileri vasıtasıyla Osmanlıcılık veya İslamcılık denilerek Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını sağlamıştır.
       Türkiye Cumhuriyeti bu gün tarihsel derinliğe sahip olan dış güdümlü projelerin ve stratejilerin uygulanması etkisiyle bölünürse veya Osmanlı Devleti gibi ölürse, 100 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin her anlamda ılımlılaştırılmasının gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır mı denecektir? Veya yine Davutoğlunun tarihsel ifadesiyle : ABD Devriminin oluşturduğu dinamik şartlar içinde hem Avrupa’yı sarsan küreselleşme dalgasının iç bütünlüğü etkilemesini önlemek, hem de Soğuk savaş sonrası oluşan yenidünya düzeni içinde yer alabilmek isteyen Türk idarecileri, yeni uluslar arası konjöktür ile iç siyasi kültür arasında bir denge oluşturabilmek amacıyla Yeni Osmanlıcılık akımının yönlendirdiği reform hareketlerine girişmişlerdir mi denilecektir?


osmanl.jpgTANZİMAT ve OSMANLICILIK


Yusuf Akçura “Türkçülük” adlı eserinde Tanzimatçılarla, Yeni Osmanlıcılarda milliyet anlayışı başlığı altında ele aldığı konuya getirdiği açıklama şöyledir; Tanzimatçıların ve Yeni Osmanlıcıların anlayışında ‘millet’ kelimesinin anlamı çok yenidir. Gerçi bu kelimeyi Fransızcanın nasyon (La nation)’u karşılığı olarak kullanırlar. Fakat ‘Birleşmiş Fransız milleti’ ile Osmanlı Devleti’nin uyrukları olan çeşitli kavimler topluluğun, milliyet bakış açısından çok farklı olduğuna dikkat etmemiş gibi görünürler.’ [21] Bu açıklamanın yapıldığı tarih nazarı itibara alındığında ve bu günkü karşılığının Osmanlı Devletinin var olması gerektiği gerçeği ışığında bakıldığında o gün olduğu gibi bugünde geçerli olduğunu düşünebileceğimiz Yusuf Akçura’nın şu açıklaması dikkat çekicidir.’Tanzimat ve Yeni Osmanlılık akımının iyi işlenmemiş olduğuna belirgin bir kanıt da, ‘millet’’in tarifsiz kalmış olmasıdır.’[22]
  


SONUÇ
 
                   ataturk_1_haber.jpg Yıkılan çok kültürlü ve çok milletli Osmanlı devletinin yerine yeni modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise çok kültürlü, çok milletli değildir, yıkılan imparatorluğu temel ve asli unsuru olan Türk Milletinin hâkimiyet ve egemenliğine dayanmaktadır. Atatürk’ün tarifi ile Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşme ile münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu saldırganlara hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.[23]    
           Egemenliğini eline almış olan Türk Milleti’nin yeniden egemenliğini yeni Osmanlıcılık adı altında (Kime?) devir edeceği düşünülemez. Mücadele İslam kisvesi altına gizlenmiş, dünya’da sınırların kalktığı propagandasını yapan küreselcilerle iş birliği içinde olanlar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet kimliğini savunan Türk Milliyetçileri arasındadır. Bu proje işbirliğinin proje adı ise Yeni Osmanlıcılık olarak servis edilmektedir.
           Bu gün Yeni Osmanlıcılık adı ile sunulan proje Dünya’yı hâkimiyetleri altına almak isteyen ‘Tek Dünya Devleti, Tek Dünya Dini’ örtülü haçlı emperyalist projesinin sahibi küreselcilerin emellerinin örtüsüdür.
         Yeni Osmanlıcılık örtüsü altında ülkemiz tek devletli, tek Milletli, tek Bayraklı, tek dilli Türkiye’nin 36 ayrı etnik unsurdan oluşan bir çiçek bahçesine, etnik mozaiğe dönüştürülmek istenmektedir.  Yeni Osmanlıcılığı Soğuk Savaş sonrası dönemin dinamik şartlarında ortaya çıkan uluslar arası konjöktüre uyumlu bir politika olarak tariflendirmeleri onların emellerinin bedeli kanla ödenmiş vatan toprakların ve bu topraklar üzerinde ki Türk egemenliğinin küresel sermaye guruplarına peşkeş çekilmesinin örtüsü olamaz. Çünkü egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.
 


· 21. Yüz Yıl İcra Kurulu  Üyesi
[1] Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ, 21. YÜZYILDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, 7000 Yıl Yayınları, Ankara 2004
[2] Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak bastığı gün, sadarete çektiği telde aynen söyle diyordu:’’Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu ittihaz edinmiştir’’(T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayını, s.28–29,1982).Saray böylece belki ilk kez ‘’Etrak-ı bi idrak’’ın gerçek kimliğinden haberdar oluyordu.
[3] Muzaffer ÖZDAĞ, Türklük ve İslamiyet, Avrasya-Bir Yayınları, Ankara 2003, s. 185 – 204
[4] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Osmanlıdan Günümüze Türk Toplum yapsı Bölüm I-s.15
[5] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15
[6] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15
[7] Prof. Dr. Nadim Macit- İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye
[8] İlk Hıristiyan Kral budur, vaftiz edildikten sonra John adını almıştır.
[9] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15)
[10] Milano Fermanı M.S 313’te Milano’da buluşan imparator Konstantin ile Licinius’un görüşmeleri sonrası imparatorlukta mevcut Hıristiyan kiliselerinin tanınması ve tüm dinlere eşit muamele edilmesi yönünde alına karar. Bu kararla birlikte Hıristiyanlara yönelik baskılara ve tatbikata son verildi.(Bknz. Şinasi Gündüz(1998:262) Din ve inanç sözlüğü Ank: Vadi yay.
[11] Prof.Dr. Nadim Macit -İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye s.17,M. Süreyya Şahin (1996,23)Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İst: Ötüken yay.
[12] Cengiz Özakıncı-Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı. s,19
[13] Oral Sander,Ankanın Yükselişi ve Düşüşü,İmge yayaınevi 1993-2000.
[14] Prof.Dr. Ümit Özdağ-21.Yüzyılda Türk Milliyetçiliği, www.y-tm.com
[15] Yrd. Doç.Dr. Sait Yılmaz-Ulusal Savunma, Satrateji, Teknoloji, Savaş-Sunuş
[16] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En uzun yüzyılı S.28
[17] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları s,85
 
[18] (18)(Oral Sander,Ankanın Yükselişi ve Düşüşü,İmge Kitapevi Yayınları,1993,200-[Yaşlının Avrupa’da Gerilemesi,II-Fransız Devrimi’nin Etkileri]
 
[19] Viyana Kongresi: Fransız ordularının Koalisyon Orduları tarafından tümüyle yenilgiye uğratılmasının ardından, Avrupa’daki sınırları ve güçler dengesini yeniden belirlemeye yönelik kararlar almak üzere toplanmış olan kongredir. Doğal olarak bu ittifak, askeri olmaktan çok, politik bir ittifaktır.]
 
[20] Gerek Fransa gerekse Rusya kongreden 15 yıl kadar önce 1800 yılında Osmanlı’yı aralarında paylaşmak üzere gizli yazışmalar yapıyordu.Napolyon 1800’de dış işleri Bakanı ‘Topal Şeytan Talleyrand’a yazdığı mektupta:‘Osmanlı İmparatorluğu uzun süre yaşamayacaktır.Rus Çarı I. Pol’ün dikkatini bu yöne çekiniz,Osmanlı’yı paylaşmakta ortak çıkarlarımız vardır’ diyordu: Napolyon Avusturya’nın da katılımıyla bir takım tasarılar hazırlamıştı.Üzerinde karara varılan proje şöyleydi: General Masena komutasında bir Fransız ordusu Ruslara katıldıktan sonra Orenburg’dan Buhara’ya kadar olan bölgeyi işgal edecek,sonra Afganistan ve İran’ı
[21] Türkçülük, Yusuf Akçura Toket yayınları, s.20
 
[22] Türkçülük, Yusuf Akçura Toket yayınları, s.21
[23] M.Kemal Atatürk, Söylev, 1922, SÖYLEV II, syf. 691