21 Kasım 2009 Cumartesi

Türk Sorunu - Ümit ÖZDAĞ



Ülkemiz bir iç çatışmaya, âdeta Türk Kerbelasına sürüklenmek isteniyor. Yabancı istihbarat servisleri ve düşünce merkezlerinde Türkiye'de ne zaman iç savaş çıkacağı üzerine bahis nitelikli raporlar hazırlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti hızla İstiklal Harbi ile oluşan kuruluş felsefesi ve esaslarından uzaklaştırılıyor. Emperyalist güçler, değişik süreç ve açılım iddiaları ile İstiklal Harbi'nin intikamını alır şekilde Türk milletine ve onun hukukuna saldırıyorlar. Yahudileri fırınlarda yakanlar, Hintlilere yürümeyi yasaklayanlar, Afrika'da milyonları katleden sömürgeciler; 'Ne Mutlu Türküm Diyene' demenin ırkçılık olduğunu ileri sürüyorlar.

Ülkesinin, kültürünün, egemenliğinin tehdit altında olduğunu gören Türk milleti ise, binlerce yıl içinde yüzlerce büyük tehdidi atlatarak varlığını muhafaza etmenin verdiği özgüvenle kızgınlığını, 'Türk Sorununu' evlerinden balkonlarından Türk bayrağı asarak, 'Şu Çılgın Türkler' kitabını bir milyon adet satın alarak ve okuyarak, şehit cenazelerinde sakin fakat öfkeli durarak gös-teriyor.

Türkiye'nin içine çekilmek istediği kardeş kavgasına ancak imparatorluk kurmuş bir milletin sahip olabileceği stratejik zekâ ve yaratıcı şüphecilik ile direniyor, tuzağa düşmüyor. Türkiye'nin Yugoslavyalılaştırılmasına izin vermiyor. Türk milleti, bugün yaşanan bütün olumsuzlukların, ihanetlerin ve saldırıların aşılacağına inanıyor. Türk milleti, geçtiğimiz 1000 yılda nasıl Anadolu'da istiklal ve egemenliğini savunarak yaşadı ise gelecek 1000 yılda da Anadolu'da yaşayacağını biliyor.

20 Kasım 2009 Cuma

Türk Tarihinde Bir Vahşet Günü: Ahıska Sürgünü

14 Kasım 1944 gecesi bütün Ahıskalı Türkler Stalin’in emriyle vatanlarından zorla sürgün edildi. 40 binden fazla Ahıskalı erkek de  II. Dünya Harbinde Alman Cephesi’ne gönderilmişti. Savaşın bitişinde Ahıska’da geri kalan ihtiyar kadın ve çocukların tamamı eski yük vagonlarına doldurularak Orta Asya’ya sürgün edildi. Savaşa giden Ahıska erkeklerinin çoğu da muhtelif cephelerde öldüler. Sağ kalanlar ise evlerine, köylerine döndüklerinde yakınlarından hiç birini bulamadılar.

    İnsanlık tarihinin kaydettiği en hazin olaylardan biri olan bu sürgünü yaşayan Sadi Eşrefoğlu’nun hatıralarını kendi dilinden dinleyelim:

   “1944 yılı sonlarına doğru bizim yaşadığımız bölgeye Askeri birlikler yerleştirilmeye başlandı. Bu birliklerin geliş sebebi Almanlar'a karşı savaş hazırlıkları olduğu söylendi. Bu askeri birlikler durmadan köylere giden yolları genişletiyor ve köprüler yapıyorlardı. Bütün çalışmaların sebebi askeri mühimmatın taşınması olarak söyleniyordu.

    Bu çalışmalar devam ederken köylerde her ailenin reislerini köy merkezine topladılar. Bu sırada ben de savaştan yeni dönmüş ve 26 yaşında idim. Toplantıda bizden askeri mühimmatın taşınması için yapılan yol ve köprü çalışmalarında yardımcı olmamız istendi.  Bunun üzerine biz de askerlere yol ve köprü çalışmalarında yardımcı olduk. Bir kaç gün sonra yapılan yol ve köprülerden askeri zırhlı araçların geldiğini gördük. Arabaların geldiği günün gecesi her eve bir asker gönderilerek, her aileden bir kişinin köy merkezine gelmesi emredildi.

Erkeklerin Çoğu Savaştaydı
    Bu yıllarda erkeklerin hemen hepsi II. Dünya Savaşına gönderildiğinden dolayı, çoğu ailede erkek bulunmuyordu. Bu emir üzerine erkeğin olmadığı evleri temsilen kadınlar toplantıya geldi. Toplantıda iki saat içinde aile fertleri ve eşyalımızla birlikte köy meydanına gelmemiz söylendi. Bazı kimseler bu duruma itiraz ettiler. Bu yüzden toplananlar arasında kargaşa çıktı. Bu kargaşaya sebep olan halkımızın ileri gelenlerinden birçoğu yakalanarak hapse atıldılar.
    Çok geçmeden zırhlı araçların gürültüsü bütün köyü sarstı. Altı veya yedi ailenin zorla yerleştirildiği araçlara hareket emri verildi. Hareket eden araçlar Ahıska'nın Azgur köyünde durdular. Burada bizi daha önce cepheye askeri malzeme taşınmasında kullanılmış kırık dökük vagonlar bekliyordu. Daha sonra aile fertleri birbirinden ayrılmış bir şekilde, altı yedi aile askerler tarafından zorlanarak bu hayvan vagonlarına dolduruldular. Çoğu ailenin reisi cephede olduğu için geride kalan hanımları yalnızca çocuklarını toplayabildiler. Birçoğu da yanlarına yiyecek ve eşya da alamadan vagonlara acımasızca dolduruldular.

   Sürgün esnasında görev alan askeri birliklerde bulunan Türk kökenli askerler bu duruma dayanamayıp ortada kalan kimsesizlere yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Sonu belirsiz bu yolculukta trenler bir kaç günde bir istasyonda duruyor ve her vagona birer kova sulu yiyecekle bir kaç ekmek dağıtılıyordu. Lokomotif sayısı az olduğundan bazen istasyonlarda günlerce bekliyorduk. Çünkü bizi getiren lokomotif, geri dönüp diğer istasyondaki vagonları bizden önceki istasyonlara çekerek getiriyor sonra da dönüp tekrar bizi alıyordu.
Hasta ve İhtiyarlar Perişan Oldular

   Bu mecburi yolculuğun yapıldığı eski yük vagonlarında bilhassa yaşlı, hasta ve çocukların çoğu açlıktan ve soğuktan perişan oldular. Vagonlarda tuvalet olmadan ihtiyaçlarını gideremeyen kadınlar ve yaşlılar idrar torbalarının patlamasıyla hayata veda ettiler. İhtiyar ve hastaların durumu ise daha acı verici idi. Bu durumda olanlar askerler tarafından vagondan zorla alınıyor, istasyonlarda karlar üzerine terk ediliyor ve bir daha onlardan haber alınamıyordu.

   Bu yolculukta anne ve babalarını kaybeden insanlar halen yaşamakta; Anne, baba ve vatan hasretini çekmektedirler. Yolculukta soğuktan donmamak için istasyonlarda yakacak türünden her şeyi vagona atıyor ve bunlarla ısınmaya çalışıyorduk. Yolculuk sonunda sadece bizim köyden 96 kişiden 86'sı soğuktan donarak can verdi. Geri kalan 10 kişiden ise sadece 6 kişi ayakta durabiliyorduk. Bir aydan fazla süren yolculuk sonunda Özbekistan'ın Nemengan rayonuna (vilayet) ulaştık.

Yalan Propaganda
   Burada yerleştirilmeye başladığımız ilk dönmelerde Özbekler bizden kaçıyor; bizimle ilişkilerinde dikkatli ve şüpheli davranıyorlardı. Daha sonra edindiğimiz bilgelere göre biz buraya gelmeden önce Özbekler arasında bizim hakkımızda "insan eti yiyen" ve "kan içen" bir millet olduğumuz propagandası yapılmıştı. Tabii ki, bu propagandayı yapan devrin Stalin hükümeti idi.
    Daha sonra Özbeklerle ilişkilerimiz iyileşiyor ve günden güne gelişiyordu. Ama şunu da söyleyeyim ki. bazı bölgelerde Özbekler Stalin'in etkisiyle halkımıza olmadık zulüm ve işkenceler yapmışlardır. Ne yaptıklarının farkında olmayan bu insanlar kadın, çocuk, yaşlı demeden kanal, yol ve köprü inşaatlarında çalıştırıldılar.
      Bütün halk bu ağır şartlar altında kışı çıkardıktan sonra, bu sefer de yerleştirildiğimiz bölgeler "olağanüstü" hal bölgesi ilan edilerek askeri denetime tabi tutulduk. Tam sekiz sene her 10 günde bir gidip merkeze aile sayısının durumunu, sağ ve ölü sayısını bildirmek mecburiyetinde kaldık. Geçen bu müddet zarfında ölü sayısında bir artış oldu. Bunun sebebi ise aç kalan insanlarımızın otla beslenmesiydi.
    Burada bunu söylememin sebebi ise bizi sürerlerken her ailenin bütün mal varlıkları kayıtlar geçilerek gittiğimiz yerde bu mal varlığının karşılığı ödenecektir, denilmişti. Fakat, buna karşılık sekiz sene zarfında bize verilen bir baş hayvan ve bir kaç ev eşyasından başka bir şey yoktu.”
Kaynak: Rasim Bayraktar - Ahıska

19 Kasım 2009 Perşembe

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu- İKBAL VURUCU

Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık
Irk ayrımcılığı, toplumsal düzeyde bir grubun belirli genetik, yani, yüz özellikleri, deri rengi vb. bir ırka ait özelliklerinden dolayı eşit olmayan eylem ve davranışa uğraması anlamına gelir. Fakat bugün kullanılan anlamıyla ırk ve ırkçılık büyük ölçüde bu kullanım biçiminden bağımsızlaşmıştır. Belirli fenotipik farklılıkların toplumsal ve siyasal düzlemde eşitsizliğin sebebi olarak görülmesi yurttaşlık kurumu aracılığıyla ortadan kalkarken toplumsal düzlemde tezahür eden ayrımcılık ve dışlama gibi tavır alışlar olumsuzlanmaktadır. Böylece bu tutum teşvik edilen değil edilmeyen bir konumdadır. Fakat post-modern felsefe ve küreselleşme dinamikleri, “ayrım” ve “eşitsizliği” özgürlük, zenginlik, çok kültürlülük, demokratikleşme, kültürlerin tanınması, farklılıkların korunası gibi nosyonlar üzerinden yücelterek kutsallaştırmakta ve modernliğin eleştirisi adına olumlamaktadır. Yani “ırkçılık” başka bir düzlemde yeni imgesel araçlar üzerinden yeniden tezahür etmektedir. Üstelik olumlanarak.
Peki nedir bu yeni ırkçılık? Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde, belirli simgesel unsurların dayanak yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi, farklılıkların tanınması, korunması, geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun toplumsal yapılarından ayrı, kapalı, etkileşimin kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir mozaikleştirilme sürecinin aynı mekanda yürütülmesidir. Siyasal toplumda, her bir farklılık kendi özgülüğü oranında farklı uygulamayı ve eylemler örüntüsünü talep etmektedir. Böylece eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var kılma olgusu yeni ırkçılığın post-modernist görüntüsü olarak yansımasını bulmaktadır. Bu “yeni ırkçılık”ın geleneksel ırkçılıktan başkalaştığı bir diğer özelliği de olumlanması ve arzu edilir olmasıdır. Bununla kalınmamakta kutsanmakta ve bireylerin düşünme ve eylemlerinde ana güdüleyici rol oynamaktadır. Demokratikleşme, özgürlük ve çoğulculuk gibi nosyonlara eklemlenerek tek hakikat tekeli oluşturmaktadır.
Yeni ırkçılığın kavramsal olarak kendini temellendirdiği olgu tözsel bir kültür anlayışıdır. Modern düzlemde kültür, bireyin içinde bulunduğu ve sürekli etkileşim halinde olduğu fiziki, toplumsal, ekonomik, iklimsel, siyasal ortamın bir ürünüdür. Modern toplumlarda kültür genellikle milli bir karakter taşır. Tanımlama ve anlamlandırma millet ve milli devlet sınırlarına göre belirlenir. Modern öncesi toplumsal yapılarda genel hatlarıyla bir Türk kültürü veya başka toplumların kültürleri sözünü ettiğimiz etkenlere bağlı olarak az çok farklılık sergilerken modernliğin ayırt edici karakteristik özellikleri kültüründe kendi içinde türdeşleşmesini artırmıştır. Post-modernizm olarak ifade edilen felsefi ve siyasi yaklaşım kültürün sınırlarını modernizm karşıtı konumlanmasına rağmen tam aksi bir kalıba sıkıştırmış farklılığı kutsayarak kültürlerin sosyolojik sınırlarını başta etnisite olmak üzere, cinsel, ırki, dini, mezhepsel çerçevede çizmiş ve keskinleştirmiştir. Modern milli kültürlerin esnek ve etkileşim halindeki bütüncül, kapsayıcı yapısını parçalayarak daha alt düzeyde farklılıkları sertleştirmiştir.
Ontolojik ırkçılık olarak tanımladığım olgu, farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünyadır. Bilişsel dünyamızda farklılığımızı içselleştirdiğimiz oranda kendimizi bulduğumuz, kedimizi bulduğumuz oranda da etkileşim ve ilişkiye kapandığımız, kapandığımız oranda ortaklıklarımızın işlevsizleştiği ve tözselleşen bu niteliklerin kutsandığı bir kültür dünyasında yaşamaya mahkum olmaktayız.
Var olan toplumsallığın, milliliğin, bütünün tekrar inşa edilmesi bu kutsal ırkçılıkların mekanında, bilişsel adacıklarında ne ölçüde mümkündür?
Bütün toplumsal ve kültürel gerçeklikler önce zihinde vardır. Son kertede bu durum yansımasını dış dünyada gerçeklik olarak inşa eder. Irkçılık önce zihinlerde inşa edilir sonra dış-dünyada. Ontolojik ırkçılık özelliğini haiz 36 etnik grup ideolojisi de önce zihinlerde var olmuş sonra toplumsal yaşantımızda yer almaya başlamıştır. Bu süreçte büyük ölçüde seçkinlerimiz baş rolü oynamaktadır. Algı antenleri sınırsız olarak dışa açık olan entelijansiyamız kendilerini hep “yeni” paradigmalara, ideolojilere eklemleyerek ifade etme ve bu düzlemde bir dil kullanma zorunda hisseder. Çünkü ancak böyle egemen söyleme ve dile eklemlendiğinde bir statü edinebilmekte, bir “şey” olabilmektedir. Bu sebeple söylem ve eylem arasındaki tutarsızlık konusunda Türkiye entelijansiyası çok ileri bir durum arz eder. Toplumsallık, millik, bütüncüllük gibi kavramlar ve olgular farklılıklar ve kimlikler adına olumsuzlanırken bireyin yaşama ortamı, kendini devam ettirme koşulları ırkçı bir düzlemde süreklilik kazanır. Bu kavramlar, zihinlere tahakküm kuran egemen dille ırkçılık, asimilasyon, otoriterlik vb. kavramlar üzerinden olumsuzlandığı gibi pratikteki tezahürü olarak “düşmanlık”, “dışlama”, “diyalogsuzluk”, “etkileşimsizlik”, farklılık ve özgünlük kutsanmaktadır.
Belirli bir gruba karşı önyargıların farklılık unsuru olarak beslendiği, buna bağlı olarak da dışlama, ilişkiden ve etkileşimden kaçınma, ayrımcılık yapma ve bunun doğallaşması, şiddet ve saldırganlık gibi davranış biçimlerinin kolektif anlamlar kazandığı davranışlar ve eylemler yelpazesi bugün Türkiye’de 36 etnik grubun mevcut olduğu ön kabulünden hareketle toplumsal bir gerçeklik olarak inşa edilme sürecine başlamıştır. Tarihsel süreç içerisinde ortak yaşam kültürünü yarattığımız “Ortak Evin”, bugün birbiri arasında diyalog, etkileşim ve ilişkinin kesilerek farklılıkların tözselleştirildiği 36 etnik grup arasında paylaştırıldığı post-modern bir toplumsal yapıya hızla gidilmektedir. “Ortak Evin” paylaşılması oranında da demokratikleşip “ötekilerin” ortak evi AB’nin üyesi olacakmışız.

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu
“Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık” başlıklı yazımızda, ontolojik ırkçılık olarak tanımladığımız ve zihinleri, düşünce biçimlerini dayanılmaz şekilde esir alan bir olgudan bahsetmiştik. Burada ontolojik ırkçılığı “farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünya” olarak tanımlamıştık. Bu olguyu bir örnekten hareketle somutlaştırmak ve böylece anlaşılmasını kolaylaştırmak istiyorum.
Etnik ve ulusal kimliklerin tamamının “muhayyel olduğu” iddiasını kendine yakın bulan Türkiye’nin saygın bilim insanlarından biri, paradoksal bir yaklaşımla bu kimlikler üzerinden küçümsediği “tarihin” verilerden hareketle, “… bu memleketin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında Kürtlerin oynadığı tarihsel rol inkâr edilebilir gibi değildir,”yargısında bulunur. “Tarihsel birer icat” olarak gördüğü etnik kimliklere Türk tarihini parselleyerek tarihsel roller belirler ve tarihi olaylara etnik roller biçer. “Türklere Anadolu'nun kapısını açan Alparslan'ın Malazgirt'teki ordusunun hatırı sayılır bir bölümünü Kürt aşiretleri oluşturmaktadır. Türklerin Anadolu'da tutunmalarına katkı sağlayan başta Kürtler sayesinde bu ülkeye daha 12. yüzyılda Türkiye adı verilmiştir.” Tarihin parselasyonuna “Kürtlerin Türklere katkıları bununla da sınırlı değildir” diyerek devam eder. “…Osmanlı'nın cihangir bir devlet olması, gerçek bir dünya imparatorluğuna dönüşmesinin başlangıç noktası Yavuz'un Çaldıran Seferi olmalıdır. Çaldıran'la başlayan yürüyüş doğuya ve güneye muazzam bir genişlemeyi beraberinde getirecek, Osmanlı'nın bu yöndeki güvenliğinin temellerini, içinde Kürtlerin de aslî unsur olarak rol oynadığı aşiretler oluşturacaktır.” Uzak tarihin parselasyonundan yakına gelinmekte ve şu görüşler sarf edilmektedir. “Ulusçuluk ölümcül bir virüs olarak Osmanlı'yı sarsarken Türkler kadar Kürtler de bu yapıyı ayakta tutmak için canla başla mücadele edecekler; özellikle bu iki ulus herkesin de bildiği gibi, emperyalizme karşı bu toprakları bütün cephelerde yan yana savunacaklar, Çanakkale Destanı'nı birlikte yazacaklardı. Hadi bu da olmadı diyelim. Sonradan inkâr edilse de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da beyan ettikleri gibi İstiklal Harbi döneminde ve yıkılan imparatorluğun yerine kurulan Cumhuriyet'in kurucu mimarları arasında Kürtlerin de var olmasına ne demeli?.. Lozan tartışmalarında bunlar kayıtlara da geçti. Onlar azınlık değillerdi ve sayılmayacaklardı. Müslüman olmakla her tür hak ve hukukta Türklerle müsavi olduklarına ve olacaklarına dair mutabakata varılmıştı.”
Görüldüğü gibi, Türk tarihinin Anadolu’daki kısmı, Kürt açılımının etkisiyle de olsa “şimdilik” Kürtlerle eşitlenmiştir. Lozan anlaşmasında “Müslüman-Hıristiyan” kimliklerine göre gerçekleştirilen azınlık tartışmasını etnik bir temelde değerlendirerek Türkler ve Kürtler eşitti demektedir. Kürtlerle Anadolu “Türkleşmiş!” ve Müslümanlaşmıştır.
Osmanlıyı imparatorluk yapan da “Kürtler ve Türkler”dir. Cumhuriyeti kuranda “hak ve hukukta Türklerle müsavi” Kürtlerdir. Bu metinde, önce zihinlerde sonra toplumda yaratılan ontolojik ırkçılık, farklılıklara saygı(!) olarak tarihin radikal bir yorumuna kaynaklık etmekte ve “aynı kültürün”, “aynı tarihin”, “aynı dinin”, “aynı coğrafyanın” insanlarını “tarih” üzerinden ayrıştırarak, farklılaştırarak, tözselleştirerek Ontolojik Irkçılığın en somut örneklerini veriyor. Bu zihniyet ve yaklaşım biçiminde Türk tarihinin olgu ve olaylarının 36 etnik grup arasında sırası geldikçe paylaşılacağını öngörebiliriz.
Özellikle vurgulamalıyız ki, modern anlamda kimlik aynı zamanda bir adlandırmadır. Bireye, içinde yer aldığı gruba, mesleğine, işlevine, kültürüne vb. pek çok belirleyiciye göre ad verme işlemidir. “Türk” de kadim bir adlandırmadır ve komşuları tarafından ortak bir yaşam kültürünün adı olarak verilmiştir. Farklı boylardan müteşekkil olan Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyanın “Türkistan”, toplumunun “Türk”, bu toplumun kültürünü inceleyen modern bilimin adı “Türkoloji”dir. Fakat Türkler kendilerin genellikle Oğuz, Karluk, Özbek, Kazak, Türkmen vb. adlarla tanımlamışlardır. Anadolu’ya Avrupalılar tarafından Türkiye isminin verilmesi de Türk kimliğinin baskınlığı ve somut gerçekliğinin bir yansımasıdır. Türk kimliği ve kültürü tarihsel bir gerçeklik olarak asla ırk eksenli bir kimlik sahibi olmamıştır. Tarihinde, farklı kimliğinden dolayı da asla bir savaş, şiddet, dışlama sorununa kaynaklık eden bir olay ortaya çıkmamıştır. Bu yüzdendir ki, egemenliği altına aldığı toplumların dilini resmi dil olarak benimseyen bir başka millet ve devlet sahibi olmadığı gibi, asimilasyonu bir kültürel kod olarak genlerinde taşıyacak kadar da esnek bir kimlik sahibi olmuştur. Kürtler üzerine önemli bir çalışmaya imza atan Ziya Gökalp’in en önemli tespitlerinden biri, “Kürtleşen Türkler” olgusudur. Bu durum bile egemen ve devlet kurucu vasfına rağmen Türklerin asla ve kata asimilasyonu Türkleşme olarak yürütmediğidir.
Türkiye’de siyasi karar mekanizmasında etkin bir rol oynayan Türk kimliği karşıtı seçkinler ısrarla bir gerçeği görmemektedir. Benim kanaatimce bilinçli olarak, her devletin bir “kurucu asabiyesi” olduğu ve Türkiye devletinin kurucu asabiyesinin de Türkler olduğu hakikatini es geçmektedirler. Bu durum şimdilik sosyolojik zeminde belirtileri görülse de aydınlar düzeyinde bir Türk sorunu yaratmaktadır. Türk sorunu, devlet ve toplum noktasında Türk kimliğinin varlığı sorunudur. Türkiye devletinin bir Türk devleti olmadığı 36 etnik grubun bu devletin sahibi olduğu gibi ifadeler yaratılan sorunun somut tezahürleri olarak görülmelidir.
Almanya’nın Alman kimliği, Fransa’nın Fransız kimliği, İngiltere’nin İngiliz kimliğinin tartışılması söz konusu değildir. Çok kültürlülük tartışmaları ise söz konusu “farklılıkların” ana topluma uyumu-entegrasyonu ekseninde ele alınan bir bütünlük-çatışma sorunudur. Türkiye’de çok kültürlülük ise tamamen Türk kimliğinin devletin, toplumun ve bunun ötesinde bireyin kimliği niteliğinden çıkarılması üzerine gerçekleştirilmektedir. BM ve uluslar arası anlaşmalarda belirlenen bir ülkenin çok kültürlü olmasının ana koşullarını bile taşımayan bir ülkede ana kültürün, toplumun kimliğinin yoğun eleştiri konusu yapılması, devlet kurumlarında izlerinin silinmeye çalışılması bir vatan üzerinde ki varlığımızın asgari koşullarının bile gerçekleştirilemediği gerçeğini bir özeleştiri olarak belirtmeliyim.
İkbâl Vurucu

PENCERE'NİN CAMI BİR KEZ KIRILIRSA (Osman ÇELİK)

krkcam.jpg Çok kültürlülüğün ve farklılıkların gökkuşağının renk armonisi ile tariflendirildiği bu günlerde ‘farklılıkların farkında olarak, bu ülkeyi yönetmeye’ talip olduklarını söyleyenler; Metruk bir bina olarak gösterilen Cumhuriyetin bir camını kırmışlardı. Dün söylenenlerin ve eylemlerin sonucunun meydana getirdiği bu günkü siyasal iklim Türkiye’nin ‘farklı farklı renklerde ve tonlarda ve boylardan oluşan bir çiçek bahçesi’ olduğunu söyleyenler sayesinde, AKP hükümetinin 36 ayrı etnik unsur vurgusuna temel teşkil etmesine zemin hazırlamıştır. Bu günkü siyasal manzaranın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Türkiye’nin bir çiçek bahçesi olduğunu söyleyenler,  o gün bu tarifi neden ve nasıl yapmışlardır ve devamında  ‘meclisin renklerini birleştirme’ iddiasını ortaya atarak, sosyalleştikleri PKK’nın meclisteki kravatlı temsilcileriyle bu gün her önüne gelenin metruk bir binaya benzetilen Türk Milli Devleti’nin camlarına taş atmalarına sebep olmamışlar mıdır?      
      Açılım politikalarının gündeme öyle bir günde gelmediği konuyla ilgili her kesin malumu. PKK’nın neredeyse bir terör örgütü olmadığını dahi söyleyebilecek kadar ileri gidenler son günlerde peyda olmuştur.  Bu güruh PKK’nın aslında 86 yıldır süre gelen bir sorunun doğal sonucu olarak ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Bunlar temelde Marksist-Leninist-Stalinist ve Maoist gelenekten gelen, geçmişte ‘Türk Milliyetçileri’ tarafından birçok defa mağlup edilmiş Liberallerdir. Günümüzde ‘ılımlı İslam’ savunuculuğunu yapan bu Liberaller aslında emperyalizmin yerli işbirlikçileridir. Bu işbirlikçiler her dönemde farklı pozisyonlarda, farklı maskeleri yüzlerine geçirmişlerdir. Bukalemun gibidirler. Şimdilerde ‘siyasal İslamcılara’ yol gösteren konumunda soğuk savaş sürecinde talim yaptıkları Beka Vadisinde bağlandıkları merkezlerin güdümünde Atina-Tel Aviv-Şam-Tahran-Kuzey Irak- Kandil-Erivan-Diyarbakır hattı üzerinde, Bürüksel-Washington’a bağlı olarak hizmetlerini efendileri adına sürdürmektedirler.
     Bu zevatın her dönem mücadele ettiği tek bir ‘gerçek olgu’ vardır ki, bu gerçek olgu Türk Milliyetçiliği’nin zaferle taçlandırdığı Türk İstiklal savaşı sonucu kurduğu milli, üniter Türk Devletidir. Makyevelist bir anlayışı kendilerine rehber edinmiş olan bu zevat, ‘hedefe giden her yol mubahtır’ felsefesine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde milli devleti dönüştürerek, iki dilli, iki milletli, çok kültürlü etnik bir yapıya dönüşmesini efendilerinin menfaatleri adına ‘bize de iyi gelir’ diyerek talep etmektedirler.
         Bu bağlamda hükümete 1984’de başlayan ve toplamda 25 yılı dolduran terörle mücadele yöntemi olarak ‘daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi’ açılımını rehber edinmelerini salık vermektedirler. Terörle ‘mücadele’den terörle ‘müzakereye’ geçenlere Philip  Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirdiği ve bu siyasal İslamcı zevatın rehberi, akıl hocaları ABD’nin kendi ülkesinde uyguladığı suçlarla mücadele yöntemini önermek, konuyla ilgili her kesin dikkatini çekmeyi bir Türk vatandaşı olarak görev saymaktayım.
      Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?" sorusuna Guiliani'nin cevabı:"Metruk bir bina düşünün.  Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar.  Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın.  O çöpü hemen orada  kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir.  Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."

       Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor.  Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor.  Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor. Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bir bir  yakalayıp haklarında işlem yapmış.

       Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, yeraltı treni istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz." demiş.'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip  Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerin birer 1959 model Oldsmobile bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı.   Olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı.  Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.  "Demek ki" diyordu Zimbardo , "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek.  Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.  "

Dünya Bir Gün, O da Bugün (Cüneyt ÖZTÜRK)

Sen’in ardından, senin oyuncağın olan kelimelerle, Sen’i Sana anlatmaya kalkmak hadsizlik olmaz mı ağabey?

Kalem çeker mi bu yükü?

Birçok yazıma can katmış Sen’in ardından, yazıyla seni anlatmak, eksik kalacağı baştan belli bir yazıya başlamak değil midir?

Çığlığın Ardı Çığlık romanıyla tanımıştım seni. Yeni Düşünce gazetesi ödül vermeseydi de, gençlik çağlarımın yürek çırpıntılarına vesile olan o romanı severdim yine.

Sonraları hep gıyabında, yazdıklarından, yaptıklarından sevdim seni. Ta ki, 3 Kasım 2002 seçimlerinin ardından bir şeyler yapmalı, bize boynu büküklük yakışmıyor derken, seninle karşılaştık.

Sabah Gazetesi'nde köşe yazarı, Deli Yürek gibi bir fenomenin senaristiydin o günlerde. Ama tanıştığımız andan itibaren, sadece bir ağabey gibi davrandın.

Önce Ankara toplantısını yaptık, sonra Afyon. Afyon’da çalışmalarımıza bir isim koyabilmek için oylama yaparken, iyi ki “Al Elma”yı önerdin.

Afyon’dan sonra ilk bildirimizi kaleme alıp sana sunduğumda beğenmene çok sevinmiştim. Ama senden geri geldiğinde, o artık bambaşka bir manifesto olmuştu.

Hep beni ön plana çıkarmaya özen gösterirdin. Gazetecilerle sen bir araya getirip,  sunumu bana yaptırırdın.

Köşe yazarıydın, romancıydın, fikir adamıydın, gazeteciydin, şairdin, tasavvuf erbabıydın ama hepsinden öte, örnek bir insandın.

Gece yarısı, ruhumdaki fırtınalar ve tasavvuf üzerine konuşmak için seni aradığımda, “Hemen gel” diyecek kadar sıcaktın.

“Kod Adı Bozkurt” çalışmamı ham haliyle sana gönderdiğimde, Kıbrıs bölümünü yayınlamam, sonra tamamını roman yapmam için yüreklendiren sendin. Bitiremediğim için kızma bana ne olur. Hele bitirdiğimde okutacağım sen yokken…

Oğlum İlteriş’in sünnetine, boğaz gezisine, iftar yemeğine, ne zaman nereye davet etsek bütün yoğunluğuna ve yorgunluğuna rağmen hiç kırmadın bizi.

Her hafta yaptığımız halı saha maçları ve Küplüce sohbetleri, boynu bükük hatıralar…

Kalp krizi geçirmenden birkaç gün önce uzun uzun sohbet etmiş, Ergenekon iddianamesi mi Kurtlar Vadisi’nden çıkma, Kurtlar Vadisi mi iddianameden diye epeyce şakalaşmıştık.

Sabah Gazetesi’nden ayrılırken, “Dünya bir gün, O da bugün” demiştin sevgili ağabeyim.

O gün, bugünmüş…

Yazmadan bu dünyada yaşamaktansa, en sevdiğine yürüdün.

İman ettik, her nefs tadacak. O yüzden ardından yas tutmayacağız.

Biz geride kalanlara düşen, dualarla seni anmak.

Sevenlerin kavuşacağına olan inançla, ayrılık acımızı dindirmeye çalışıyoruz.

Başta demiştim, Sen’i Sana yazmak ne haddime diye. En iyisi birkaç fotoğrafımızı ekleyip, Sana Sen’in şiirlerinle veda etmeli.

Hepsi öyle güzel ve seçmesi öyle zor ki…





Ömer Lütfi Mete ve eşi, Oğlum, Mehmet İlteriş'in sünnet töreninde.

***

Yiğidi gül ağlatır gam öldürür
Nice namert ava çıksa
Tuzak kursa kurşun atsa
Yiğidi çökertmez kahır.
Bir dem yar hüzünle baksa

Yiğidi gül ağlatır gam öldürür.
Düşman yılan olup soksa
Dokuz kavim taşa tutsa
Yiğidi çökertmez kahır
Bir dem yar hüzünle baksa
Yiğidi gül ağlatır, gam öldürür






Ömer Lütfi Mete ile birlikte bir boğaz turu.


***

Bu şehir girdap gülüm
Girdapta mehtap gülüm
Feleğin bir suyu var
Su değil kezzap gülüm

Feleğe dayandım gülüm
Öldüm de uyandım gülüm
Öldüm de uyandım

Bu şehir serap gülüm
Serapta mihrap gülüm
Feleğin bir topu var
Mermisi kezzap gülüm

Feleğe dayandım gülüm
Öldüm de uyandım gülüm
Öldüm de uyandım

Yezidin harcı zulüm
Yiğidin burcu ölüm
Feleğe dayandım gülüm
Öldüm de uyandım gülüm
Öldüm de uyandım




Ömer Lütfi Mete ile birlikte Al Elma çalışmaları sırasında gazetecilerle bir yemekte

***

Uçurumun kenarındayım Hızır
Ulu dilber kalesinin burcunda
Muhteşem belaya nazır
Topuklarım boşluğun avcunda
Derin yar adımı çağırır
Dikildim parmaklarımın ucunda
Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Uçurumun kenarındayım Hızır
Civan hazır
Divan hazır
Ferman hazır
Kurban hazır

Uçurumun kenarındayım Hızır
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Başım döner, beynim bulanır
El etmez
Gel etmez
Gülce'm uzaktan dolanır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Gülce bir davet
Mecaz değil
Maraz değil
Gülce bir afet
Peri değil
Huri değil
Gülce beyaz sihir
Gülce ölümcül naz
Buram buram zehir
Yar yüzünde infaz

Bir gamzelik rüzgâr yetecek
Ha itti beni, ha itecek
Güzelliğin zulme çaldığı sınır
Uçurumun kenarındayım Hızır
Ben fakir
En hakir
Bin taksir
Ateşten
Kalleşten
Mızrakla gürzden
Dabbetülarz'dan
Deccal’dan, yedi düvelden
Korku nedir bilmeyen ben
Tir tir titriyorum Gülce’den
Ödüm patlıyor Gülce’ye bakmaktan
Nutkum tutuluyor, ürperiyorum
Saniyeler gözlerimde birer can
Her saniyede bir can veriyorum