2 Aralık 2009 Çarşamba

YENİ OSMANLICILIK PROJESİNE ELEŞTİRİSEL BİR BAKIŞ - Osman ÇELİK

GİRİŞ                                               

          vahdettin.jpgTürkiye zor bir dönemden geçmektedir. Türkiye stratejik bir kıskacın içerisine girmiştir. ABD'nin Büyük Orta Doğu Projesi ile ilintili olan stratejik kıskacın diğer köşelerini AB-IMF-Kıbrıs-Irak ve ABD oluşturuyor. Komşusu olduğumuz bölgeler yeniden şekillendirilmeye çalışılırken Türkiye'de iki siyasal proje çatışmaktadır. Bu projelerden birisi Türkiye'nin etnik merkezli bir federasyona dönüştürülmesi projesidir. [1] Bu proje diğer bir adı ise ‘Yeni Osmanlıcılık’ olarak veya ‘Türkiyecilik’dir. Diğer proje ise, siyasal Türk milliyetçiliğinin Türkiye Cumhuriyeti milli devletini kuruluş esaslan üzerinde yenileyerek 21. yüzyıla taşımayı hedeflemesidir.
        Ülkemizde son zamanlarda meydana gelmekte olan birçok olayın altında işte bu iki projenin çatışması yatmaktadır. Aslında bu çatışma yeni değildir tarihsel bir derinliğe sahiptir. Bu çatışma Türklerin önce Ortadoğu’ya ve Anadolu’ya gelmelerinden ve ilk devletlerini kurmalarından Osmanlı İmparatorluğunun kuruluşundan itibaren (Türklerin iktidar dışında tutulmaları/yöneten-yönetilen sorunu) var ola gelen bir iç iktidar mücadelesinin sebep ve sonuç ilişkileri ile doğu orantılıdır. Türklerin ön Asya’ya gelişlerinden itibaren kurdukları devletlerde, hem Selçuklu, hem Osmanlı’da yönetimin Türk unsurların dışında dönme ve devşirme kökenlilere bırakılmasından doğan ikili yönetim uygulamasının ortaya çıkarttığı sonuçların, Mustafa Kemal Atatürk tarafından yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşunda giderilmeye çalışılmış ve Göktürklerden sonra ikinci defa adı Türk olan bir devlet kurulmuştur.
       Oysa Türk toplum yapısının ve düşünce sisteminin en belirgin özelliklerinin tezahür ettiği Göktürk Devlet ve toplum yapısında Ak Budun, Kara Budun (Toplumsal sıralaması)bir çatışma ideolojisi yaratmamıştır. Ancak Büyük Selçuklu devleti ile başlayan, Anadolu Selçuklu Devleti ile devam eden ve nihayetinde Osmanlı Devleti süren bu süreçte bir toplumsal yarılma görülmektedir.
        Mustafa Kemal Atatürk’de gördüğü bu gerçeği, teorik yapısının kuruluşu İsmail Gaspıralı ile başlayan Ziya Gökalp ve Yusuf Akçura gibi fikir önderleri ile olgunlaşan Türk Milliyetçiliği ile aşmayı başarmış ve yıkılan imparatorluğun yerine yeni Türkiye Cumhuriyeti devletini kurmuştur. M.Kemal Atatürk, kendisini ve dayandığı erki şöyle açıklar;''Biz doğrudan doğruya milliyetperveriz ve Türk Milliyetçisiyiz. Cumhuriyetimizin dayanağı Türk camiasıdır.'' Yine Mustafa Kemal Cumhuriyetin dayandığı toplumun dayanması gereken kültürüde şu sözleri ile betimlemiştir.''Bu camianın fertleri ne kadar Türk kültürüyle dolu olursa, o camiaya dayanan cumhuriyet de o kadar kuvvetli olur.''(1926) Atatürk’ün Türk milliyetçiliğini tarif ettiği milliyetçilik ve Türk milleti şöyledir; ''Milliyetçilik, ırkçılık değil, bilinç birliği temelinde birleşmektir. Türkçe konuşan, Türk milli bilincine sahip olan, kendini Türk olarak duyan, Türk olarak düşünen ve yaşayan herkes Türk’tür.''[2]
         Atatürk’ün fikirlerimin babası dediği büyük fikir adamı Ziya Gökalp’in erken vefatı ve sonrasında Atatürk’ün vefatı sonucu bu büyük sorunun(ayrışma) devamını sağlamıştır. Dış destekli işbirlikçiler tarafından tarihsel gerçekliğin dışında dayatılan tarih ve sosyoloji bilimleri sayesinde dış kaynaklı olarak geliştirilen bu ayrışmanın sonucunda elde edilen bir takım çarpık kanıtlar bu gün birileri için gerçekçi veri olmuştur.  Özet bir şekilde, Türk olan bir devletin devam eden tarihi içinde binlerce yıl boyunca kan akıtarak kurduğu ancak birlikte yaşadıklarını da erkine ortak etmesinin sonucunda kayıp ettiği erkin yeniden kazanımının ifadesi olan Türkiye cumhuriyeti Devletinin kuruluşunda ki felsefenin varlığına, Türk Milliyetçiliğine olan itirazdır bu gün  dayatılan 'yeni Osmanlıcılık'.


 emperyalizm.jpgEMPERYALİZM


         Bu gün, küresel güçlerin satranç tahtası üzerinde ki taşlarından bir tanesi gibi olan Türkiye’ye bir satranç tahtasında ki taşlara verilen isim ve görevlerin şekillendirdiği gibi,  emperyalist batı tarafından, zaman zaman piyon, zaman zaman at, fil zaman zaman, kale olarak aynı oyunda ki gibi anlamlandırılıp görev verildiğini ve Türkiye’yi yönetenlerinde verilen görevleri yüklendiğini görmekteyiz.  Dış destekli olarak yaratılan iç çekişmeler Batılı küresel güçler sayesinde son iki yüz yıldır nasıl istismar ediliyorsa, bu günde öyle istismar etmektedir.
          Dünya hâkimiyeti mücadelesi veren ABD, her türlü oyunu denemektedir. Tarihsel derinliği olan ‘tek dünya devleti, tek dünya dini’  örtülü emperyalist düşüncesinin karşısında potansiyel bir güç/rakip olabilecek Türkleri ve Türklerin etki alanında olan Müslüman ve Türk devletlerinin yaşadıkları coğrafyayı kontrol etmek topraklarının kaynaklarını sömürmek için türlü oyunlarına Türkiye’yi ve Türk Milletini son iki yüz yıldır araç olarak kullanmaktadırlar.
           Tarihte, “Asya, Avrupa ve Afrika kıta’larının oluşturduğu mekâna Eski Dünya denirdi.  XVI. yüzyıl başlarına kadar insanoğlu dünyayı bu üç kıt'a ile onu çevreleyen denizlerden ibaret sanmış; XVII. yüzyılın sonlarına kadar dünya tarihi bu üç kıta’nın genellikle iskân ve ümrana müsait bölümlerinde yaşanmıştır. Eski Dünya'nın, Asya, Avrupa, Afrika karalarının toplam yüzölçümleri 85 milyon km2'dir. Türk dil ve kültürüne, Türk soyuna mensup kavimler, Türk milletinin binlerce yıla erişen ve kesintisiz bir bütünlük, süreklilik İfade eden tarihi içinde bu 85 milyon km2'lik Eski Dünya yüzeyinin yaklaşık 55 milyon km2'lik bölümünde kısa veya uzun sürelerle (yüzyıllar veya çağlar boyu) hükmetmeleri, medenî varlıkları, dil ve kültürleri, siyasî ve askerî kudretleri ile egemen olmuşlardır. Daha derli toplu bir anlatımla Asya kıt'asının hemen tamamı, Avrupa'nın ortalarına kadar uzanan vüsatte doğu yarısı ve Kuzey Afrika (Afrika'nın medeniyete açık bölümü Sudan, Mısır, Libya, Tunus, Cezayir, Fas) Türk hayat egemenlik ve faaliyet alanı olmuştur.’’[3]
           İşte bu tarihi gerçektir ki; Batılılar Türkleri engellemek ve Türklerin bu etki alanlarından faydalanmak için Yeni Osmanlıcılık örtüsü altındaki emperyalist fikrin özünde de, Batının yukarda belirttiğimiz jeopolitik üzerinde ki hâkimiyet ve sömürü amaçlarının olduğu gerçeği bizzat birçok Batılı düşünürün tez olarak ortaya koyduğu sonra ‘da Pentagon tarafından yapısallaştırılan düşüncelerinden ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda B.O.Projesi ilk akla gelenlerden bir tanesidir.         
         sinir1.jpg Uzmanlar, Dünya’nın artık büyük savaşlara ve ölümlere şahit olmayacağını öngörmektedirler. Çünkü çıkabilecek bir üçüncü dünya savaşı nükleer bir savaş olacağı çok açıktır. Bu bütün insanlığın yok olması ve Dünyanın yaşanamaz bir alan haline gelmesi demektir. Oysa İnsan Dünya’daki yaşamın temel ve değişmez varlığıdır. Yaşam ancak insanın doğa ve diğer yaşam elementlerini iyi yönetmesi ile mümkündür. Yaşadığımız bilim ve bilgi çağında, insanlar birçok bilgiye çok kısa zamanda sahip olabilmekte ve dahi yeni fikirler ve düşünceler çok çabuk üreyebilmekte ve yayılmaktadır. Mekanik Hız çağı aşılmıştır, artık siber hızlı bir çağı yaşamaktayız. Bu çağın gereği olarak insanlar yeni ancak eski zaman yaşamlarının ürettikleri üzerinde inşa ettiği teknolojiler ile birlikte çoklu ideolojiler geliştirmektedir.
         İşin aslında, her yeni teknolojinin dayandığı bir dünyevi gerçek ve ideolojisi vardır.Teknolojiyi ve ideolojisini üretenler,  ideleştirdikleri teknolojiye bağımlı kıldıkları insanları ideolojik olarak da yönetmeyi istemektedirler. Dolayısı ile 21.Yüz yılın hâkim güçleri gelişen teknoloji ve uygulamalarının yardımı ile hedefe giderken toplumların stratejik aklını yok etmeyi, toplumları psikolojik operasyonlar vasıtasıyla dönüştürmeyi, karmaşaya sürüklemeyi ve sürekli propagandayla kendi menfaatleri yönünde toplumların içyapılarını değiştirerek kendi ekonomileri için daha ucuz ve az riskli bir denetim mekanizmasını uygulamayı amaçlamaktadırlar.
         Bu gün yeni Osmanlıcılık fikrini ve amaçlarını anlayabilmek için emperyalizmin tarihsel derinliğini bilmek elbette çok önemlidir. Bunun için emperyalizmin Türkiye ve Türk Milleti üzerinde ki oyunlarını I.Dünya savaşı öncesi ve II. Dünya savaşı ve sonrası ekseninde incelemeliyiz.
        Soğuk Savaş olarak adlandırılan iki kutuplu dünyanın ideolojiler mücadelesi olduğu tezinden yola çıkarak bloklaştırdıkları milletleri “dinsizlikle savaşıyoruz” sloganı altında etki alanına alan Batı,  II. Dünya Savaşı sonrası zayıf ve güçsüz kalan devletleri özgürlük ve hürriyet kavramlarının şekillendirdiği demokrasilerini teknoloji ile birlikte ihraç ettiği kültürü, kendi kültürünün esareti altına almıştır.
        Batı ve Sovyet emperyalizmleri Soğuk Savaş döneminde müttefiklerini içinde yarattıkları kültür ajanları, oluşturdukları hegonomik kukla birlikler vasıtasıyla devletler içinde sosyal, kültürel, politik, ekonomik nitelikli iç sorunlar çıkartmışlar ve sonra bu iç sorunların çözümü adına “demokrasi” veya “proleter hakları” kavramını çözüm olarak üçüncü dünya ülkesi olarak tanımladıkları ülkelerin iç işlerine karışma vasıtası haline getirmişlerdir.
       Dünyadaki hâkim güç olmalarını sağlayan bu stratejilerin devamı için ve kendi gelecek stratejilerinin gereği olarak, nüfuz bölgeleri haline getirdikleri Dünya’nın değişik stratejik bölgelerinde, suni ekonomik krizler çıkartarak milletlerin borçlanmasını ve bağımlı olmasını sağlamışlardır. Zaman zaman bağımlı kıldıkları ülkelerde çıkarttıkları bağımsızlık mücadelelerini destekler görüntü içerisinde, zaman zaman karşı çıkar durumda bazen örtülü olarak destekleyerek, kendi çizdikleri haritalarda çatışan taraflar ve bölgeleri kurgulamışlardır. SSCB’nin çöküşünden sonra ABD bu küresel oyunda tek başına kalmıştır.
       Bu gün hegemon güç ABD İnsanlara; Çatışan medeniyetler adı altında hoş görü temeline dayandırma iddiasında oldukları dinleri hoşgörü ve diyalog süreci içinde tutarak bu sayede din ve inanç hürriyeti adı altında dinleri denetleyerek ve dönüştürerek etnik temelli devletçiklerden oluşan bir dünya haline getirmeyi hedeflemektedir. Bu bağlamda bu projenin Türkiye’deki adı olan “Yeni Osmanlıcılık” diye adlandırılan ideolojinin görünen yüzünün, Türkün şeref abidesi olan Osmanlı Devletini Türk insanına, verdiği gururdan faydalanarak, yeni Osmanlıcılık hegemeon güç ve yerli işbirlikçileri tarafından propaganda malzemesi yapılmaktadır.
         yeniosmanlclk2.jpgYeni Osmanlıcılık emperyalist batının etnisiteye dayalı mezhep yorumlu din devletçilikleri kurma projesinin örtüsüdür. Küreselciler, yenidünya düzeninde devletlerin bölünerek federatif veya konfederatif birlikler halinde yeniden teşkilatlandırılarak, mevcut Dünya sistemine uyumlu/bağımlı kalmalarını kontrollü bir şekilde hizmetkâr pozisyonunda tutmayı sürdürmek istemektedirler. Özetle, ‘yeni Osmanlıcılık’ yeni emperyalist düşüncelerin Türkiye’de ki yeni örtüsüdür. Yüzyıllarca Dünya hâkimiyeti için (tek din, tek devlet) yollar düşünen ancak Türklerin göğsünde patlayan Haçlı Seferleri,  Türklerin bu çok boyutlu saldırılar karşısında geri çekilmesi/yenilmesi sonucunda bu gün bir buçuk milyar Müslüman’ın emperyalist batının kölesi durumuna getirmiştir.
        Dünya hâkimiyet mücadelesinde Batıyı öne geçiren etkenlerin en başında bilim ve bilgi gelmektedir. Türklerin uzun tarihsel yolculuğunda bilim ve bilgide üstünlüğü kayıp ettiklerinden itibaren gerileme başlamış ve üstünlüklerini kayıp ettikleri görülmüştür. Bu anlamda tarihimiz içinde birçok örnekler mevcuttur. Bir örnek verecek olursak; Hicve hanı Ebulgazi Bahadır Han, Türkmenlerin Şeceresi adlı eserinde ‘Alp’ tipini şu atasözü ile dile getirmiştir.''Türkün konup göçmediği yer varmı? Türkün gezip, görmediği il varmı?'' Bahattin Ögel’e göre, bu gezip görme alışkanlığı Türklere, birçok yeni bilgi ve deneyimler kazandırmıştır.
 
            Türkler için Anadolu’nun kapıları 1040 yılından yapılan Dandanakan savaşının sonucunda 1071 yılında Malazgirt meydan muharebesi ile açılmıştır. Bu gün birçok ön-Türk tarihçisi Türkolog Türklerin Anadolu’ya çok daha önce geldiklerini ortaya belgeler ile koyuyor olsa da burada Bahattin Ögel’in yolunu takip edilecektir. ‘Bahattin Ögel, eski Türk Tarihi üzerinde yürütülen incelemelerin-elimizde bulunan maddi nesneler ve kayıtlar nedeniyle-Hunlarla başlatılması görüşündedir.’ Ona göre, tarihin yöntemi:’’Bilinen çağdan bilinmeye çağa gidiş’’olmalıdır.[4] Bu çalışmada bilinen çağın içinde kalıp, var olan derlenmiş bilgilerin ışığında “Yeni Osmanlıcılık Projesini” yapanların hangi kanıtları ne için kullandıklarını deşifre etmeye çalışacağız. Bu bağlamda ülkemizde son yıllarda medeniyetler arası diyalog ve dinler arası hoşgörü tarihsel perspektifinin bu güne yansımalarını ortaya koymaya çalışacağız.


Dinler ve Medeniyetler Arası Diyalog, Misyonerlik ve Yeni Osmanlıcılık
         

     İslam dünyasını önce çökertmek, sonra onu kendi emellerine göre yeniden kurmak ve onun efendisi olmak için Batılıların yürüttüğü tüm çalışmalara Şarkiyatçılık veya Oryantalizm, Şarkiyatçılara da sömürgeciliğin keşif kolu diyoruz. Tüm İslam ülkelerini ve hatta tüm Doğu’yu politik, sosyolojik, askeri, dini, ideolojik, ilmi, estetik ve fikir bakımdan yönetmek iddiasıyla kurumlaşan oryantalizm, misyoner mektepleri vasıtasıyla Türkiye’nin seçkinlerini büyük oranda ele geçirmiş, bizim çocuklarımızı alıp, arzu ettiği aydın tipini yetiştirmiştir.[5] Kazım Karabekir Paşa şöyle demektedir; “Misyoner teşkilatlarının iç yüzünü bilmeyen müstemleke halkının esaretten kurtulması şöyle dursun, bu teşkilata karşı kayıtsız kalan müstakil milletlerin bile geleceği tehdit altındadır.”[6] Bugün medeniyetler arası ittifak, dinler arası hoşgörü projelerinin arka planını anlamak için tarihsel boyutu bilmemiz bu gün bu projelerin amacının ve destekçilerinin deşifresinde önemlidir.
           Avrupalıların, İslam Dünyası’na hâkim olmak, İslam Dünyası’nı kendi çıkarlarına göre yeniden kurup şekillendirmek ve İslam Dünyası’nın amiri olmak için geçmişte hilafet makamını ve Osmanlı Devletini kullanmışlardı. Bu gün gelinen noktada; Prof.Dr. Nadim MACİT değerli eseri ‘’İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye’’ adlı eserinde bu duruma şöyle bir açıklama getirmiştir. ‘’Yeni Dünya sisteminin sınır ülkesi olarak tanımlanan Türkiye; İsa Mesih’in misyonunu tamamlama, üçüncü binyıl stratejisi bağlamında Katolik, Protestan eksenli teo-stratejik modeller ve Fener-Rum Patrikhanesi’nin faaliyetleriyle kıskaç altına alınmaktadır. Çünkü bu teo-stratejik ittifakın arkasında batının merkezi devletleri yer almaktadır. Bir taraftan politik-stratejik amaçlara bağlı olarak üretilen diyalog, hoşgörü havucuyla Türkiye; İslam coğrafyasını yeniden inşa etmenin politik-dini aracı haline getirilmek istenmektedir.’’[7]
            Anadolu coğrafyasında başlayan ilk misyonerlik hareketlerinin ’’Hıristiyanlığın yayılma devirlerinde, ilk Hıristiyan havarileri olarak nitelenen St. Andrew Skita Trakya ve Balkanlarda, Flip, Batı Anadolu’da, St. Mathew Arabistan’da çalışmış, Thaddeus İran’a, St. Mark Kuzey Afrika’ya kadar giderek, Hazreti İsa’nın dinini yaymak istemişlerdir. Tamamen amatör anlayışa yapılan bu çalışmalar sonunda Ermeni kralı Tridat Hıristiyanlığı seçmiş[8],böylece Hıristiyanlık Anadoluda hızla yayılmıştır. Tridat’ın Hıristiyan olup, Hz.İsa’nın şeriatını egemenliği altında ki halka kabul ettirmek için çalışmalara başlamasından on yıl sonra imparator Konstantin de bu yeni dine intisap etmiştir’’.[9]
          Değişen dünya stratejilerine uygun bir zihniyet, yani bakış açısı ve tutum üretmek için dinin meşrulaştırma aracı olarak kullanıldığına iyi bir örnek olarak imparator Konstantin gösterilebilir. ‘’Dini siyasi hedefler için kullanmak ve kendi dünyevi otoritelerini tahkim etmek için sahte itikatlar icat etmek bu girişimin iki misalidir. Tarih bunun örnekleriyle doludur.’ Nitekim’Kendisi dindar olmadığı halde Konstantin hem devleti ayakta tutmak hem de devlet işlerinde dinin fonksiyonlarından faydalanmak için[10] 313’te Milano Beyannamesi ile dini imparatorluk içinde serbest bırakmıştı. Bununla birlikte Bizans Hükümdarlarının emir ve isteklerine karşı gelen patriklerin görevden alındıkları ve sürgün edildikleri de bir gerçektir.[11] Bu tarihsel gerçeklikten çıkartacağımız ders dinin böyle bir amaç için de kullanılabileceğidir.
         Osmanlı İmparatorluğu, her imparatorluk gibi doğuş, yükseliş, duraklama ve çöküş evrelerinde geçerek, 1918’de ortadan kalkmıştır. Osmanlı Devleti’nin yıkılmasından 80 sene sonra onun ardılı olan Türkiye Cumuriyeti’nin de ağır sorunlarla karşı karşıyadır. Bir başka ifade ile ‘Osmanlı imparatorluğunun çöküşüyle bu gün Türkiye Cumhuriyeti’nin yaşadığı sorunlar çok büyük bir benzerlik göstermektedir.[12] Osmanlı İmparatorluğu 1830’da Amerika’yla bir ‘Ticaret ve Seyrüsefer Anlaşması’ imzaladıktan sonra, İngilizlerle Gümrük Birliği benzeri 1838 ‘Balta Limanı Anlaşması’nı’ imzalayarak yarı-sömürgeleşme sürecine girmiştir. Avrupa uyum yasaları benzeri 1839 ‘Tanzimat Fermanı’yla çürüme hızlanmış,1854’te yabancı devletlerden borç almaya başlayan Osmanlı, kısa sürede yabancı güdümünde bir yarı-sömürge devlet konumuna düşmüştü.[13]
        19.yüzyıl boyunca fikir ve yaşam kalitesi anlamında çığır açan gelişmeler olmuştur. Ancak 19.Yüzyıl boyunca yaşananların 20.yüzyılın başında yaşanacakların hazırlayıcısı olduğunun farkında olarak ikinci paylaşım yüzyılının 20. yüzyıl olduğu bir gerçektir. Bu bağlamda yeni yüzyılın savaşları 21.Yüzyılın savaşlarının D.Y.Ç (düşük yoğunluklu çatışma) üzerinden yürütüleceği son yıllarda meydana gelen olayların ve olayların ortaya çıkış süreçlerinden anlamaktayız. Prof.Dr. Ümit Özdağ D.Y.Ç konusunda şöyle demektedir. ‘Düşük Yoğunluktu Çatışma, doğası gereği askerî değil politik bir mücadeledir.’[14] Ülkelerin sahip olmak istediği değerlerin bir kısmı, diğer ülkelerin de sahip olmak istediği veya en azından diğer ülkeler tarafından sahip olunmasından rahatsızlık duyulan değerler ise, bunlar çeşitli yönlerden gelen tehditler ile karşı karşıyadırlar.[15] Dolayısı ile Türkiye bulunduğu jeopolitik gereği küreselcilerin hegemonya kurmak istedikleri bölgelere en yakın ve en etkin ülke durumundadır. Bu önemden dolayı bir imparatorluk bakiyesi olan topraklar üzerinde teşekkül etmiş bir milli devlet olması bu gününün dünyasını yönlendirme gayretinde olanların işlerini yapmalarına engel olmaktadır.
            Ele geçirdikleri siyasi ekonomik, kültürel üstünlüğü Osmanlı devletini’nin hâkimiyet alanı içinde ki topraklarının paylaşımı ve bu toprakların altındaki ve üstünde ki kaynakları sömürme gayretinde olan Batılı emperyalist güçler,  bu amacına ulaşabilmek için son noktada Osmanlı Devletinin ortadan kalkması projesini de içerien 1.Dünya Savaşını çıkartmıştır. İşte bu savaşın ortaya çıkması için geçen bu süreye tarihçi İlber Ortaylı “İmparatorluğu En Uzun Yüzyılı” olarak nitelendirmiştir. Bu süre içinde Osmanlı İmparatorluğu içinde meydana gelen birçok olayın faili durumun da olan Batı, bu süreç içinde birçok ayrılıkçı ve yıkıcı faaliyetleri teşvik etmiştir. Bu günde bu süreç bitmemiş ve halen devam etmektedir. 19.Yüzyıl boyunca geçen süreci modernleşme olarak nitelendiren İlber Ortaylı, şöyle demektedir; ‘İkinci Viyana bozgunundan Tanzimat Fermanı’nın ilanına kadar Osmanlı modernleşmesinin gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır.’[16] Elbette bu süreci tarih hazırlamıştır, ancak bu tarihi kim yapmış ve yazmıştır?
           19.Yüzyıl boyunca Dünya’da yaşanan gelişmeler çerçevesinde ortaya çıkmış olan Osmanlıcılık fikrinin bu gün yeni Osmanlıcılık olarak sunuluyor olması her iki fikir arasında bir benzerlik olduğu gerçeğini ortaya çıkartmamaktadır. Çünkü Osmanlıcılık fikri Osmanlı imparatorluğunun çözülme süreci içinde ortaya çıkmıştır. Osmanlıcılık fikrini savunan o zamanın bir kısım aydın ve devlet erkânı, Osmanlı devleti içinde ki farklı etnik unsurlara dayanan çok kültürlü, çok etnisiteli toplum yapısını Osmanlı milleti adı altında bir araya getirmeyi düşünmüşlerdir. Osmanlıcılığın bir proje olarak iflas etmesinden sonra devletin bütünlüğünü muhafaza etmek için uygulanan bir projede İslamcılıktır. Sultan Abdülhamit döneminde Panislamizm adı altında denenen bu projede Osmanlı Devletinin birliğini sağlamaya yetmemiştir. Sonunda Türkçülük(Türk Milliyetçiliği) sayesinde imparatorluğun son kara parçası üzerinde Türkiye Cumhuriyeti Devleti teşekkül ettirilmiştir.
          Yeni Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluşu aşamasında fikir tartışmaları olmuştur. Bu karşı düşünceler ve fikirler imparatorluğun son yıllarında ortaya çıkan Osmanlıcılık, siyasal İslamcılık olmuştur. Bu tartışma Cumhuriyet kurulduktan sonra da bitmemiş ve halen devam etmektedir, Bu gün yeniden ortaya konulmaya çalışılan Yeni Osmanlıcılık fikrinin temel kanıtı olan farklı etnik unsurların Osmanlı milleti adı altında bir araya getirilerek Osmanlı milleti yaratılması fikri bu gün Türkiye Cumhuriyeti devleti içinde farklı etnik unsurlara dayalı toplum yapısı dayatması çerçevesinde Türkiyelilik oluşturmaktadır. Osmanlıcılık, imparatorluğun bir yüz yıl boyunca toprak ve millet bütünlüğünü koruma amaçlarına yönelik bir yol arayışı olarak ortaya çıkmıştı.
       


YENİ OSMANLICILIK
           

     Türkiye Cumhuriyeti Devletinin kuruluşu ile birlikte bu fikirde Osmanlı gibi tarihi bir fikir olarak tarihteki yerini almış olmalıdır, ancak bu gün yeniden ısıtılarak önümüze konulduğunu sandığımız Osmanlıcılık fikri ile Yeni Osmanlıcılık bir birlerinden çok farklıdır. Çünkü Osmanlıcılık yeni Osmanlıcılık gibi bölmeyi değil birleştirmeyi hedeflemektedir.
            Stratejist, Ahmet Davutoğlu “Yeni Osmanlıcılık” fikrinin günümüzdeki temsilcilerindendir. “Stratejik Derinlik” adlı eserinde bu konuya yer vermiştir. Davutoğlu, ‘Fransız Devriminin oluşturduğu dinamik şartlar içinde hem Avrupa’yı sarsan milliyetçilik dalgasının iç bütünlüğü etkilemesini önlemek, hem de 1815 Viyana Kongresi ile oluşan yeni düzen içinde yer alabilmek isteyen Osmanlı idarecileri, yeni uluslar arası konjöktür ile iç siyasi kültür arasında bir denge oluşturabilmek amacıyla Osmanlıcılık akımının yönlendirdiği reform hareketlerine girişmişlerdir.’demektedir.[17]
       Bu açıklamadan da görüleceği üzere tarihsel bir geçeklik olarak batının ortaya koyduğu dayatmalar ve kurallar, tarih olarak sunulmaktadır. Oysa tarihsel olarak konuyu Türk gözü ile bakar ve incelersek Türk’ün tespiti’ni şekillendiren analiz tarihsel gerçek içinde şöyle olmalıdır.
     Başlangıçta Osmanlı imparatorluğu Fransa’nın cumhuriyetçi düşünceler yayarak krallıkları devirmeye, Avrupa’ya ve Dünya’ya egemen olmaya kalkışmasını umursamamıştı.[18] ( Çünkü’Osmanlı, Fransız Cumhuriyeti’ne başlangıçta dostluk göstermişti. Devrim günlerinde yiyecek sıkıntısı ve kitlesel açlık baş gösterdiğinde, Osmanlı ülkesi bol bol yiyecek göndererek Fransızları açlıktan ölmekten kurtarmıştır. Buna karşılık Fransa Cumhuriyeti ve Fransız generalleri, Osmanlı’nın Hıristiyan uyruklarını ayartmaya çalışmaktan geri durmadılar.’’Fransa ‘dinsizliği yayan’ , ‘halkı hayvan düzeyine indirgeyen’ ,İnsan hakları diye bir başıbozukluk bildirisi yayınlayıp bütün dillere çevirterek yeryüzünde ki bütün halkların uyruğu oldukları hükümdara karşı ayaklandırmaya kışkırtan’ bir ülke olup çıktı. Osmanlı Devleti öteki devletlerin karşı karşıya bulundukları tehlikenin içinde midir, değil midir, sorusu düşünülmeye değer. Bütün devletlerin Fransa’ya karşı birleşmeleri gerçekleşirse, bu ittifakın asılamacı, Fransa devletini savaştan önceki durumuna getirmek ve zorla aldığı bütün toprakları eski sahibi devletlere geri vermek böylece devletlerarası dengeyi sağlamak olmalıdır. Osmanlı Devleti, Fransız Devrimi ve onu izleyen benzeri hareketlerin ezilmesine var gücüyle çalışmalıdır.’İşte böyle yazıyordu dış işleri Bakanı (Reisülkütap)Ahmet efendi, Fransız Devrimi ve Cumhuriyetçilik üzerine 1798 baharında ‘Politika Dengesi’ başlıklı raporunda.
        Diğer taraftan Osmanlı Napolyon döneminde Fransa’yla savaşıyordu. Napolyon önderliğinde tüm krallıkları devirip Avrupa’yı kendi yönetimi altında birleştirerek dünyaya egemen olmak üzere kalkan Fransa, Avrupa’yı kan ve ateşe boğmuş; Avrupa devletleri Fransa’yı ancak birleşerek durdurabilmişlerdi. İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya, 1814’te Fransa yüzünden bozulan Avrupa dengesini yeniden kurabilmek üzere ‘Viyana Kongresi’ düzenlemişler ve burada ‘European Concert’ (Avrupa Korosu) adını verdikleri bir birlik kurmuşlardı.[19] Bu kongreye İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya dünkü düşmanları Fransa’yı bile çağırırken Osmanlıyı çağırmamışlardı. Çünkü Osmanlı ölüm döşeğinde ki bir devlet olarak görülüyordu.[20] Davutoğlu, tarihi yazanların anlattıklarını tarihsel bir geçekçilik olarak stratejisine temel yaparken işin esasında yaşananları görmezden gelerek kendi tezini güçlü kılmaya çalışmaktadır. İlber Ortaylı’nın İmparatorluğun en uzun yüz yılı ‘ adı altında vurgu yaptığı Osmanlı modernleşmesinin gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır vurgusu, Davutoğlu’nuna fikirleri’nin bezer olduğu ortaya çıkmaktadır. Ancak ortaya çıkan bu durumun arka planında meydana gelen olaylara ve kanıtlara baktığımızda ise Osmanlı’nın yönetiminin bir takım olayların farkında olduğunu ancak yönetim kademesinde ki basiretsizlikler veya diğer etkenlerin etkisinde kendisini Avrupa Konseyi içinde olmakla kurtarabileceği saplantısının hâkim olduğu görülmektedir.
       ab1.jpgBu günde Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin geleceği Avrupa Birliği içinde aranmaktadır. Diğer bir deyişle, Osmanlı Avrupalılar tarafından hazırlanan plan ve projelerin yerli işbirlikçileri vasıtasıyla Osmanlıcılık veya İslamcılık denilerek Osmanlı Devleti’nin yıkılmasını sağlamıştır.
       Türkiye Cumhuriyeti bu gün tarihsel derinliğe sahip olan dış güdümlü projelerin ve stratejilerin uygulanması etkisiyle bölünürse veya Osmanlı Devleti gibi ölürse, 100 yıl sonra Türkiye Cumhuriyeti’nin her anlamda ılımlılaştırılmasının gerekliliğini ve koşullarını tarih hazırlamıştır mı denecektir? Veya yine Davutoğlunun tarihsel ifadesiyle : ABD Devriminin oluşturduğu dinamik şartlar içinde hem Avrupa’yı sarsan küreselleşme dalgasının iç bütünlüğü etkilemesini önlemek, hem de Soğuk savaş sonrası oluşan yenidünya düzeni içinde yer alabilmek isteyen Türk idarecileri, yeni uluslar arası konjöktür ile iç siyasi kültür arasında bir denge oluşturabilmek amacıyla Yeni Osmanlıcılık akımının yönlendirdiği reform hareketlerine girişmişlerdir mi denilecektir?


osmanl.jpgTANZİMAT ve OSMANLICILIK


Yusuf Akçura “Türkçülük” adlı eserinde Tanzimatçılarla, Yeni Osmanlıcılarda milliyet anlayışı başlığı altında ele aldığı konuya getirdiği açıklama şöyledir; Tanzimatçıların ve Yeni Osmanlıcıların anlayışında ‘millet’ kelimesinin anlamı çok yenidir. Gerçi bu kelimeyi Fransızcanın nasyon (La nation)’u karşılığı olarak kullanırlar. Fakat ‘Birleşmiş Fransız milleti’ ile Osmanlı Devleti’nin uyrukları olan çeşitli kavimler topluluğun, milliyet bakış açısından çok farklı olduğuna dikkat etmemiş gibi görünürler.’ [21] Bu açıklamanın yapıldığı tarih nazarı itibara alındığında ve bu günkü karşılığının Osmanlı Devletinin var olması gerektiği gerçeği ışığında bakıldığında o gün olduğu gibi bugünde geçerli olduğunu düşünebileceğimiz Yusuf Akçura’nın şu açıklaması dikkat çekicidir.’Tanzimat ve Yeni Osmanlılık akımının iyi işlenmemiş olduğuna belirgin bir kanıt da, ‘millet’’in tarifsiz kalmış olmasıdır.’[22]
  


SONUÇ
 
                   ataturk_1_haber.jpg Yıkılan çok kültürlü ve çok milletli Osmanlı devletinin yerine yeni modern Türkiye Cumhuriyeti Devleti kurulmuştur. Türkiye Cumhuriyeti Devleti ise çok kültürlü, çok milletli değildir, yıkılan imparatorluğu temel ve asli unsuru olan Türk Milletinin hâkimiyet ve egemenliğine dayanmaktadır. Atatürk’ün tarifi ile Egemenlik ve saltanat, hiç kimse tarafından hiç kimseye ilim gereğidir diye görüşme ile münakaşa ile verilmez. Egemenlik, saltanat kuvvetle, kudretle ve zorla alınır. Osmanoğulları, zorla Türk milletinin egemenlik ve saltanatına el koymuşlardı; bu zorla el koyuşlarını altı asırdan beri devam ettirmişlerdi. Şimdi de, Türk milleti bu saldırganlara hadlerini ihtar ederek, egemenlik ve saltanatını, isyan ederek kendi eline açıkça almış bulunuyor.[23]    
           Egemenliğini eline almış olan Türk Milleti’nin yeniden egemenliğini yeni Osmanlıcılık adı altında (Kime?) devir edeceği düşünülemez. Mücadele İslam kisvesi altına gizlenmiş, dünya’da sınırların kalktığı propagandasını yapan küreselcilerle iş birliği içinde olanlar ile Türkiye Cumhuriyeti’nin milli devlet kimliğini savunan Türk Milliyetçileri arasındadır. Bu proje işbirliğinin proje adı ise Yeni Osmanlıcılık olarak servis edilmektedir.
           Bu gün Yeni Osmanlıcılık adı ile sunulan proje Dünya’yı hâkimiyetleri altına almak isteyen ‘Tek Dünya Devleti, Tek Dünya Dini’ örtülü haçlı emperyalist projesinin sahibi küreselcilerin emellerinin örtüsüdür.
         Yeni Osmanlıcılık örtüsü altında ülkemiz tek devletli, tek Milletli, tek Bayraklı, tek dilli Türkiye’nin 36 ayrı etnik unsurdan oluşan bir çiçek bahçesine, etnik mozaiğe dönüştürülmek istenmektedir.  Yeni Osmanlıcılığı Soğuk Savaş sonrası dönemin dinamik şartlarında ortaya çıkan uluslar arası konjöktüre uyumlu bir politika olarak tariflendirmeleri onların emellerinin bedeli kanla ödenmiş vatan toprakların ve bu topraklar üzerinde ki Türk egemenliğinin küresel sermaye guruplarına peşkeş çekilmesinin örtüsü olamaz. Çünkü egemenlik kayıtsız şartsız Türk Milletinindir.
 


· 21. Yüz Yıl İcra Kurulu  Üyesi
[1] Prof.Dr. Ümit ÖZDAĞ, 21. YÜZYILDA TÜRK MİLLİYETÇİLİĞİ, 7000 Yıl Yayınları, Ankara 2004
[2] Mustafa Kemal Atatürk Samsun’a ayak bastığı gün, sadarete çektiği telde aynen söyle diyordu:’’Millet yekvücut olup hâkimiyet esasını, Türklük duygusunu ittihaz edinmiştir’’(T.C.Başbakanlık Osmanlı Arşivi Daire Başkanlığı Yayını, s.28–29,1982).Saray böylece belki ilk kez ‘’Etrak-ı bi idrak’’ın gerçek kimliğinden haberdar oluyordu.
[3] Muzaffer ÖZDAĞ, Türklük ve İslamiyet, Avrasya-Bir Yayınları, Ankara 2003, s. 185 – 204
[4] Prof. Dr. Orhan Türkdoğan, Osmanlıdan Günümüze Türk Toplum yapsı Bölüm I-s.15
[5] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15
[6] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15
[7] Prof. Dr. Nadim Macit- İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye
[8] İlk Hıristiyan Kral budur, vaftiz edildikten sonra John adını almıştır.
[9] Necdet Sevinç, Osmanlıdan Günümüze Misyoner faaliyetleri s.15)
[10] Milano Fermanı M.S 313’te Milano’da buluşan imparator Konstantin ile Licinius’un görüşmeleri sonrası imparatorlukta mevcut Hıristiyan kiliselerinin tanınması ve tüm dinlere eşit muamele edilmesi yönünde alına karar. Bu kararla birlikte Hıristiyanlara yönelik baskılara ve tatbikata son verildi.(Bknz. Şinasi Gündüz(1998:262) Din ve inanç sözlüğü Ank: Vadi yay.
[11] Prof.Dr. Nadim Macit -İmparatorluk politikalarında Teo-Stratejiler ve Türkiye s.17,M. Süreyya Şahin (1996,23)Fener Patrikhanesi ve Türkiye, İst: Ötüken yay.
[12] Cengiz Özakıncı-Türkiye’nin siyasi İntiharı Yeni Osmanlı Tuzağı. s,19
[13] Oral Sander,Ankanın Yükselişi ve Düşüşü,İmge yayaınevi 1993-2000.
[14] Prof.Dr. Ümit Özdağ-21.Yüzyılda Türk Milliyetçiliği, www.y-tm.com
[15] Yrd. Doç.Dr. Sait Yılmaz-Ulusal Savunma, Satrateji, Teknoloji, Savaş-Sunuş
[16] İlber Ortaylı, İmparatorluğun En uzun yüzyılı S.28
[17] Ahmet Davutoğlu, Stratejik Derinlik, Küre Yayınları s,85
 
[18] (18)(Oral Sander,Ankanın Yükselişi ve Düşüşü,İmge Kitapevi Yayınları,1993,200-[Yaşlının Avrupa’da Gerilemesi,II-Fransız Devrimi’nin Etkileri]
 
[19] Viyana Kongresi: Fransız ordularının Koalisyon Orduları tarafından tümüyle yenilgiye uğratılmasının ardından, Avrupa’daki sınırları ve güçler dengesini yeniden belirlemeye yönelik kararlar almak üzere toplanmış olan kongredir. Doğal olarak bu ittifak, askeri olmaktan çok, politik bir ittifaktır.]
 
[20] Gerek Fransa gerekse Rusya kongreden 15 yıl kadar önce 1800 yılında Osmanlı’yı aralarında paylaşmak üzere gizli yazışmalar yapıyordu.Napolyon 1800’de dış işleri Bakanı ‘Topal Şeytan Talleyrand’a yazdığı mektupta:‘Osmanlı İmparatorluğu uzun süre yaşamayacaktır.Rus Çarı I. Pol’ün dikkatini bu yöne çekiniz,Osmanlı’yı paylaşmakta ortak çıkarlarımız vardır’ diyordu: Napolyon Avusturya’nın da katılımıyla bir takım tasarılar hazırlamıştı.Üzerinde karara varılan proje şöyleydi: General Masena komutasında bir Fransız ordusu Ruslara katıldıktan sonra Orenburg’dan Buhara’ya kadar olan bölgeyi işgal edecek,sonra Afganistan ve İran’ı
[21] Türkçülük, Yusuf Akçura Toket yayınları, s.20
 
[22] Türkçülük, Yusuf Akçura Toket yayınları, s.21
[23] M.Kemal Atatürk, Söylev, 1922, SÖYLEV II, syf. 691

21 Kasım 2009 Cumartesi

Türk Sorunu - Ümit ÖZDAĞ



Ülkemiz bir iç çatışmaya, âdeta Türk Kerbelasına sürüklenmek isteniyor. Yabancı istihbarat servisleri ve düşünce merkezlerinde Türkiye'de ne zaman iç savaş çıkacağı üzerine bahis nitelikli raporlar hazırlanıyor. Türkiye Cumhuriyeti hızla İstiklal Harbi ile oluşan kuruluş felsefesi ve esaslarından uzaklaştırılıyor. Emperyalist güçler, değişik süreç ve açılım iddiaları ile İstiklal Harbi'nin intikamını alır şekilde Türk milletine ve onun hukukuna saldırıyorlar. Yahudileri fırınlarda yakanlar, Hintlilere yürümeyi yasaklayanlar, Afrika'da milyonları katleden sömürgeciler; 'Ne Mutlu Türküm Diyene' demenin ırkçılık olduğunu ileri sürüyorlar.

Ülkesinin, kültürünün, egemenliğinin tehdit altında olduğunu gören Türk milleti ise, binlerce yıl içinde yüzlerce büyük tehdidi atlatarak varlığını muhafaza etmenin verdiği özgüvenle kızgınlığını, 'Türk Sorununu' evlerinden balkonlarından Türk bayrağı asarak, 'Şu Çılgın Türkler' kitabını bir milyon adet satın alarak ve okuyarak, şehit cenazelerinde sakin fakat öfkeli durarak gös-teriyor.

Türkiye'nin içine çekilmek istediği kardeş kavgasına ancak imparatorluk kurmuş bir milletin sahip olabileceği stratejik zekâ ve yaratıcı şüphecilik ile direniyor, tuzağa düşmüyor. Türkiye'nin Yugoslavyalılaştırılmasına izin vermiyor. Türk milleti, bugün yaşanan bütün olumsuzlukların, ihanetlerin ve saldırıların aşılacağına inanıyor. Türk milleti, geçtiğimiz 1000 yılda nasıl Anadolu'da istiklal ve egemenliğini savunarak yaşadı ise gelecek 1000 yılda da Anadolu'da yaşayacağını biliyor.

20 Kasım 2009 Cuma

Türk Tarihinde Bir Vahşet Günü: Ahıska Sürgünü

14 Kasım 1944 gecesi bütün Ahıskalı Türkler Stalin’in emriyle vatanlarından zorla sürgün edildi. 40 binden fazla Ahıskalı erkek de  II. Dünya Harbinde Alman Cephesi’ne gönderilmişti. Savaşın bitişinde Ahıska’da geri kalan ihtiyar kadın ve çocukların tamamı eski yük vagonlarına doldurularak Orta Asya’ya sürgün edildi. Savaşa giden Ahıska erkeklerinin çoğu da muhtelif cephelerde öldüler. Sağ kalanlar ise evlerine, köylerine döndüklerinde yakınlarından hiç birini bulamadılar.

    İnsanlık tarihinin kaydettiği en hazin olaylardan biri olan bu sürgünü yaşayan Sadi Eşrefoğlu’nun hatıralarını kendi dilinden dinleyelim:

   “1944 yılı sonlarına doğru bizim yaşadığımız bölgeye Askeri birlikler yerleştirilmeye başlandı. Bu birliklerin geliş sebebi Almanlar'a karşı savaş hazırlıkları olduğu söylendi. Bu askeri birlikler durmadan köylere giden yolları genişletiyor ve köprüler yapıyorlardı. Bütün çalışmaların sebebi askeri mühimmatın taşınması olarak söyleniyordu.

    Bu çalışmalar devam ederken köylerde her ailenin reislerini köy merkezine topladılar. Bu sırada ben de savaştan yeni dönmüş ve 26 yaşında idim. Toplantıda bizden askeri mühimmatın taşınması için yapılan yol ve köprü çalışmalarında yardımcı olmamız istendi.  Bunun üzerine biz de askerlere yol ve köprü çalışmalarında yardımcı olduk. Bir kaç gün sonra yapılan yol ve köprülerden askeri zırhlı araçların geldiğini gördük. Arabaların geldiği günün gecesi her eve bir asker gönderilerek, her aileden bir kişinin köy merkezine gelmesi emredildi.

Erkeklerin Çoğu Savaştaydı
    Bu yıllarda erkeklerin hemen hepsi II. Dünya Savaşına gönderildiğinden dolayı, çoğu ailede erkek bulunmuyordu. Bu emir üzerine erkeğin olmadığı evleri temsilen kadınlar toplantıya geldi. Toplantıda iki saat içinde aile fertleri ve eşyalımızla birlikte köy meydanına gelmemiz söylendi. Bazı kimseler bu duruma itiraz ettiler. Bu yüzden toplananlar arasında kargaşa çıktı. Bu kargaşaya sebep olan halkımızın ileri gelenlerinden birçoğu yakalanarak hapse atıldılar.
    Çok geçmeden zırhlı araçların gürültüsü bütün köyü sarstı. Altı veya yedi ailenin zorla yerleştirildiği araçlara hareket emri verildi. Hareket eden araçlar Ahıska'nın Azgur köyünde durdular. Burada bizi daha önce cepheye askeri malzeme taşınmasında kullanılmış kırık dökük vagonlar bekliyordu. Daha sonra aile fertleri birbirinden ayrılmış bir şekilde, altı yedi aile askerler tarafından zorlanarak bu hayvan vagonlarına dolduruldular. Çoğu ailenin reisi cephede olduğu için geride kalan hanımları yalnızca çocuklarını toplayabildiler. Birçoğu da yanlarına yiyecek ve eşya da alamadan vagonlara acımasızca dolduruldular.

   Sürgün esnasında görev alan askeri birliklerde bulunan Türk kökenli askerler bu duruma dayanamayıp ortada kalan kimsesizlere yardımcı olmaya çalışıyorlardı. Sonu belirsiz bu yolculukta trenler bir kaç günde bir istasyonda duruyor ve her vagona birer kova sulu yiyecekle bir kaç ekmek dağıtılıyordu. Lokomotif sayısı az olduğundan bazen istasyonlarda günlerce bekliyorduk. Çünkü bizi getiren lokomotif, geri dönüp diğer istasyondaki vagonları bizden önceki istasyonlara çekerek getiriyor sonra da dönüp tekrar bizi alıyordu.
Hasta ve İhtiyarlar Perişan Oldular

   Bu mecburi yolculuğun yapıldığı eski yük vagonlarında bilhassa yaşlı, hasta ve çocukların çoğu açlıktan ve soğuktan perişan oldular. Vagonlarda tuvalet olmadan ihtiyaçlarını gideremeyen kadınlar ve yaşlılar idrar torbalarının patlamasıyla hayata veda ettiler. İhtiyar ve hastaların durumu ise daha acı verici idi. Bu durumda olanlar askerler tarafından vagondan zorla alınıyor, istasyonlarda karlar üzerine terk ediliyor ve bir daha onlardan haber alınamıyordu.

   Bu yolculukta anne ve babalarını kaybeden insanlar halen yaşamakta; Anne, baba ve vatan hasretini çekmektedirler. Yolculukta soğuktan donmamak için istasyonlarda yakacak türünden her şeyi vagona atıyor ve bunlarla ısınmaya çalışıyorduk. Yolculuk sonunda sadece bizim köyden 96 kişiden 86'sı soğuktan donarak can verdi. Geri kalan 10 kişiden ise sadece 6 kişi ayakta durabiliyorduk. Bir aydan fazla süren yolculuk sonunda Özbekistan'ın Nemengan rayonuna (vilayet) ulaştık.

Yalan Propaganda
   Burada yerleştirilmeye başladığımız ilk dönmelerde Özbekler bizden kaçıyor; bizimle ilişkilerinde dikkatli ve şüpheli davranıyorlardı. Daha sonra edindiğimiz bilgelere göre biz buraya gelmeden önce Özbekler arasında bizim hakkımızda "insan eti yiyen" ve "kan içen" bir millet olduğumuz propagandası yapılmıştı. Tabii ki, bu propagandayı yapan devrin Stalin hükümeti idi.
    Daha sonra Özbeklerle ilişkilerimiz iyileşiyor ve günden güne gelişiyordu. Ama şunu da söyleyeyim ki. bazı bölgelerde Özbekler Stalin'in etkisiyle halkımıza olmadık zulüm ve işkenceler yapmışlardır. Ne yaptıklarının farkında olmayan bu insanlar kadın, çocuk, yaşlı demeden kanal, yol ve köprü inşaatlarında çalıştırıldılar.
      Bütün halk bu ağır şartlar altında kışı çıkardıktan sonra, bu sefer de yerleştirildiğimiz bölgeler "olağanüstü" hal bölgesi ilan edilerek askeri denetime tabi tutulduk. Tam sekiz sene her 10 günde bir gidip merkeze aile sayısının durumunu, sağ ve ölü sayısını bildirmek mecburiyetinde kaldık. Geçen bu müddet zarfında ölü sayısında bir artış oldu. Bunun sebebi ise aç kalan insanlarımızın otla beslenmesiydi.
    Burada bunu söylememin sebebi ise bizi sürerlerken her ailenin bütün mal varlıkları kayıtlar geçilerek gittiğimiz yerde bu mal varlığının karşılığı ödenecektir, denilmişti. Fakat, buna karşılık sekiz sene zarfında bize verilen bir baş hayvan ve bir kaç ev eşyasından başka bir şey yoktu.”
Kaynak: Rasim Bayraktar - Ahıska

19 Kasım 2009 Perşembe

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu- İKBAL VURUCU

Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık
Irk ayrımcılığı, toplumsal düzeyde bir grubun belirli genetik, yani, yüz özellikleri, deri rengi vb. bir ırka ait özelliklerinden dolayı eşit olmayan eylem ve davranışa uğraması anlamına gelir. Fakat bugün kullanılan anlamıyla ırk ve ırkçılık büyük ölçüde bu kullanım biçiminden bağımsızlaşmıştır. Belirli fenotipik farklılıkların toplumsal ve siyasal düzlemde eşitsizliğin sebebi olarak görülmesi yurttaşlık kurumu aracılığıyla ortadan kalkarken toplumsal düzlemde tezahür eden ayrımcılık ve dışlama gibi tavır alışlar olumsuzlanmaktadır. Böylece bu tutum teşvik edilen değil edilmeyen bir konumdadır. Fakat post-modern felsefe ve küreselleşme dinamikleri, “ayrım” ve “eşitsizliği” özgürlük, zenginlik, çok kültürlülük, demokratikleşme, kültürlerin tanınması, farklılıkların korunası gibi nosyonlar üzerinden yücelterek kutsallaştırmakta ve modernliğin eleştirisi adına olumlamaktadır. Yani “ırkçılık” başka bir düzlemde yeni imgesel araçlar üzerinden yeniden tezahür etmektedir. Üstelik olumlanarak.
Peki nedir bu yeni ırkçılık? Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde, belirli simgesel unsurların dayanak yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi, farklılıkların tanınması, korunması, geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun toplumsal yapılarından ayrı, kapalı, etkileşimin kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir mozaikleştirilme sürecinin aynı mekanda yürütülmesidir. Siyasal toplumda, her bir farklılık kendi özgülüğü oranında farklı uygulamayı ve eylemler örüntüsünü talep etmektedir. Böylece eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var kılma olgusu yeni ırkçılığın post-modernist görüntüsü olarak yansımasını bulmaktadır. Bu “yeni ırkçılık”ın geleneksel ırkçılıktan başkalaştığı bir diğer özelliği de olumlanması ve arzu edilir olmasıdır. Bununla kalınmamakta kutsanmakta ve bireylerin düşünme ve eylemlerinde ana güdüleyici rol oynamaktadır. Demokratikleşme, özgürlük ve çoğulculuk gibi nosyonlara eklemlenerek tek hakikat tekeli oluşturmaktadır.
Yeni ırkçılığın kavramsal olarak kendini temellendirdiği olgu tözsel bir kültür anlayışıdır. Modern düzlemde kültür, bireyin içinde bulunduğu ve sürekli etkileşim halinde olduğu fiziki, toplumsal, ekonomik, iklimsel, siyasal ortamın bir ürünüdür. Modern toplumlarda kültür genellikle milli bir karakter taşır. Tanımlama ve anlamlandırma millet ve milli devlet sınırlarına göre belirlenir. Modern öncesi toplumsal yapılarda genel hatlarıyla bir Türk kültürü veya başka toplumların kültürleri sözünü ettiğimiz etkenlere bağlı olarak az çok farklılık sergilerken modernliğin ayırt edici karakteristik özellikleri kültüründe kendi içinde türdeşleşmesini artırmıştır. Post-modernizm olarak ifade edilen felsefi ve siyasi yaklaşım kültürün sınırlarını modernizm karşıtı konumlanmasına rağmen tam aksi bir kalıba sıkıştırmış farklılığı kutsayarak kültürlerin sosyolojik sınırlarını başta etnisite olmak üzere, cinsel, ırki, dini, mezhepsel çerçevede çizmiş ve keskinleştirmiştir. Modern milli kültürlerin esnek ve etkileşim halindeki bütüncül, kapsayıcı yapısını parçalayarak daha alt düzeyde farklılıkları sertleştirmiştir.
Ontolojik ırkçılık olarak tanımladığım olgu, farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünyadır. Bilişsel dünyamızda farklılığımızı içselleştirdiğimiz oranda kendimizi bulduğumuz, kedimizi bulduğumuz oranda da etkileşim ve ilişkiye kapandığımız, kapandığımız oranda ortaklıklarımızın işlevsizleştiği ve tözselleşen bu niteliklerin kutsandığı bir kültür dünyasında yaşamaya mahkum olmaktayız.
Var olan toplumsallığın, milliliğin, bütünün tekrar inşa edilmesi bu kutsal ırkçılıkların mekanında, bilişsel adacıklarında ne ölçüde mümkündür?
Bütün toplumsal ve kültürel gerçeklikler önce zihinde vardır. Son kertede bu durum yansımasını dış dünyada gerçeklik olarak inşa eder. Irkçılık önce zihinlerde inşa edilir sonra dış-dünyada. Ontolojik ırkçılık özelliğini haiz 36 etnik grup ideolojisi de önce zihinlerde var olmuş sonra toplumsal yaşantımızda yer almaya başlamıştır. Bu süreçte büyük ölçüde seçkinlerimiz baş rolü oynamaktadır. Algı antenleri sınırsız olarak dışa açık olan entelijansiyamız kendilerini hep “yeni” paradigmalara, ideolojilere eklemleyerek ifade etme ve bu düzlemde bir dil kullanma zorunda hisseder. Çünkü ancak böyle egemen söyleme ve dile eklemlendiğinde bir statü edinebilmekte, bir “şey” olabilmektedir. Bu sebeple söylem ve eylem arasındaki tutarsızlık konusunda Türkiye entelijansiyası çok ileri bir durum arz eder. Toplumsallık, millik, bütüncüllük gibi kavramlar ve olgular farklılıklar ve kimlikler adına olumsuzlanırken bireyin yaşama ortamı, kendini devam ettirme koşulları ırkçı bir düzlemde süreklilik kazanır. Bu kavramlar, zihinlere tahakküm kuran egemen dille ırkçılık, asimilasyon, otoriterlik vb. kavramlar üzerinden olumsuzlandığı gibi pratikteki tezahürü olarak “düşmanlık”, “dışlama”, “diyalogsuzluk”, “etkileşimsizlik”, farklılık ve özgünlük kutsanmaktadır.
Belirli bir gruba karşı önyargıların farklılık unsuru olarak beslendiği, buna bağlı olarak da dışlama, ilişkiden ve etkileşimden kaçınma, ayrımcılık yapma ve bunun doğallaşması, şiddet ve saldırganlık gibi davranış biçimlerinin kolektif anlamlar kazandığı davranışlar ve eylemler yelpazesi bugün Türkiye’de 36 etnik grubun mevcut olduğu ön kabulünden hareketle toplumsal bir gerçeklik olarak inşa edilme sürecine başlamıştır. Tarihsel süreç içerisinde ortak yaşam kültürünü yarattığımız “Ortak Evin”, bugün birbiri arasında diyalog, etkileşim ve ilişkinin kesilerek farklılıkların tözselleştirildiği 36 etnik grup arasında paylaştırıldığı post-modern bir toplumsal yapıya hızla gidilmektedir. “Ortak Evin” paylaşılması oranında da demokratikleşip “ötekilerin” ortak evi AB’nin üyesi olacakmışız.

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu
“Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık” başlıklı yazımızda, ontolojik ırkçılık olarak tanımladığımız ve zihinleri, düşünce biçimlerini dayanılmaz şekilde esir alan bir olgudan bahsetmiştik. Burada ontolojik ırkçılığı “farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünya” olarak tanımlamıştık. Bu olguyu bir örnekten hareketle somutlaştırmak ve böylece anlaşılmasını kolaylaştırmak istiyorum.
Etnik ve ulusal kimliklerin tamamının “muhayyel olduğu” iddiasını kendine yakın bulan Türkiye’nin saygın bilim insanlarından biri, paradoksal bir yaklaşımla bu kimlikler üzerinden küçümsediği “tarihin” verilerden hareketle, “… bu memleketin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında Kürtlerin oynadığı tarihsel rol inkâr edilebilir gibi değildir,”yargısında bulunur. “Tarihsel birer icat” olarak gördüğü etnik kimliklere Türk tarihini parselleyerek tarihsel roller belirler ve tarihi olaylara etnik roller biçer. “Türklere Anadolu'nun kapısını açan Alparslan'ın Malazgirt'teki ordusunun hatırı sayılır bir bölümünü Kürt aşiretleri oluşturmaktadır. Türklerin Anadolu'da tutunmalarına katkı sağlayan başta Kürtler sayesinde bu ülkeye daha 12. yüzyılda Türkiye adı verilmiştir.” Tarihin parselasyonuna “Kürtlerin Türklere katkıları bununla da sınırlı değildir” diyerek devam eder. “…Osmanlı'nın cihangir bir devlet olması, gerçek bir dünya imparatorluğuna dönüşmesinin başlangıç noktası Yavuz'un Çaldıran Seferi olmalıdır. Çaldıran'la başlayan yürüyüş doğuya ve güneye muazzam bir genişlemeyi beraberinde getirecek, Osmanlı'nın bu yöndeki güvenliğinin temellerini, içinde Kürtlerin de aslî unsur olarak rol oynadığı aşiretler oluşturacaktır.” Uzak tarihin parselasyonundan yakına gelinmekte ve şu görüşler sarf edilmektedir. “Ulusçuluk ölümcül bir virüs olarak Osmanlı'yı sarsarken Türkler kadar Kürtler de bu yapıyı ayakta tutmak için canla başla mücadele edecekler; özellikle bu iki ulus herkesin de bildiği gibi, emperyalizme karşı bu toprakları bütün cephelerde yan yana savunacaklar, Çanakkale Destanı'nı birlikte yazacaklardı. Hadi bu da olmadı diyelim. Sonradan inkâr edilse de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da beyan ettikleri gibi İstiklal Harbi döneminde ve yıkılan imparatorluğun yerine kurulan Cumhuriyet'in kurucu mimarları arasında Kürtlerin de var olmasına ne demeli?.. Lozan tartışmalarında bunlar kayıtlara da geçti. Onlar azınlık değillerdi ve sayılmayacaklardı. Müslüman olmakla her tür hak ve hukukta Türklerle müsavi olduklarına ve olacaklarına dair mutabakata varılmıştı.”
Görüldüğü gibi, Türk tarihinin Anadolu’daki kısmı, Kürt açılımının etkisiyle de olsa “şimdilik” Kürtlerle eşitlenmiştir. Lozan anlaşmasında “Müslüman-Hıristiyan” kimliklerine göre gerçekleştirilen azınlık tartışmasını etnik bir temelde değerlendirerek Türkler ve Kürtler eşitti demektedir. Kürtlerle Anadolu “Türkleşmiş!” ve Müslümanlaşmıştır.
Osmanlıyı imparatorluk yapan da “Kürtler ve Türkler”dir. Cumhuriyeti kuranda “hak ve hukukta Türklerle müsavi” Kürtlerdir. Bu metinde, önce zihinlerde sonra toplumda yaratılan ontolojik ırkçılık, farklılıklara saygı(!) olarak tarihin radikal bir yorumuna kaynaklık etmekte ve “aynı kültürün”, “aynı tarihin”, “aynı dinin”, “aynı coğrafyanın” insanlarını “tarih” üzerinden ayrıştırarak, farklılaştırarak, tözselleştirerek Ontolojik Irkçılığın en somut örneklerini veriyor. Bu zihniyet ve yaklaşım biçiminde Türk tarihinin olgu ve olaylarının 36 etnik grup arasında sırası geldikçe paylaşılacağını öngörebiliriz.
Özellikle vurgulamalıyız ki, modern anlamda kimlik aynı zamanda bir adlandırmadır. Bireye, içinde yer aldığı gruba, mesleğine, işlevine, kültürüne vb. pek çok belirleyiciye göre ad verme işlemidir. “Türk” de kadim bir adlandırmadır ve komşuları tarafından ortak bir yaşam kültürünün adı olarak verilmiştir. Farklı boylardan müteşekkil olan Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyanın “Türkistan”, toplumunun “Türk”, bu toplumun kültürünü inceleyen modern bilimin adı “Türkoloji”dir. Fakat Türkler kendilerin genellikle Oğuz, Karluk, Özbek, Kazak, Türkmen vb. adlarla tanımlamışlardır. Anadolu’ya Avrupalılar tarafından Türkiye isminin verilmesi de Türk kimliğinin baskınlığı ve somut gerçekliğinin bir yansımasıdır. Türk kimliği ve kültürü tarihsel bir gerçeklik olarak asla ırk eksenli bir kimlik sahibi olmamıştır. Tarihinde, farklı kimliğinden dolayı da asla bir savaş, şiddet, dışlama sorununa kaynaklık eden bir olay ortaya çıkmamıştır. Bu yüzdendir ki, egemenliği altına aldığı toplumların dilini resmi dil olarak benimseyen bir başka millet ve devlet sahibi olmadığı gibi, asimilasyonu bir kültürel kod olarak genlerinde taşıyacak kadar da esnek bir kimlik sahibi olmuştur. Kürtler üzerine önemli bir çalışmaya imza atan Ziya Gökalp’in en önemli tespitlerinden biri, “Kürtleşen Türkler” olgusudur. Bu durum bile egemen ve devlet kurucu vasfına rağmen Türklerin asla ve kata asimilasyonu Türkleşme olarak yürütmediğidir.
Türkiye’de siyasi karar mekanizmasında etkin bir rol oynayan Türk kimliği karşıtı seçkinler ısrarla bir gerçeği görmemektedir. Benim kanaatimce bilinçli olarak, her devletin bir “kurucu asabiyesi” olduğu ve Türkiye devletinin kurucu asabiyesinin de Türkler olduğu hakikatini es geçmektedirler. Bu durum şimdilik sosyolojik zeminde belirtileri görülse de aydınlar düzeyinde bir Türk sorunu yaratmaktadır. Türk sorunu, devlet ve toplum noktasında Türk kimliğinin varlığı sorunudur. Türkiye devletinin bir Türk devleti olmadığı 36 etnik grubun bu devletin sahibi olduğu gibi ifadeler yaratılan sorunun somut tezahürleri olarak görülmelidir.
Almanya’nın Alman kimliği, Fransa’nın Fransız kimliği, İngiltere’nin İngiliz kimliğinin tartışılması söz konusu değildir. Çok kültürlülük tartışmaları ise söz konusu “farklılıkların” ana topluma uyumu-entegrasyonu ekseninde ele alınan bir bütünlük-çatışma sorunudur. Türkiye’de çok kültürlülük ise tamamen Türk kimliğinin devletin, toplumun ve bunun ötesinde bireyin kimliği niteliğinden çıkarılması üzerine gerçekleştirilmektedir. BM ve uluslar arası anlaşmalarda belirlenen bir ülkenin çok kültürlü olmasının ana koşullarını bile taşımayan bir ülkede ana kültürün, toplumun kimliğinin yoğun eleştiri konusu yapılması, devlet kurumlarında izlerinin silinmeye çalışılması bir vatan üzerinde ki varlığımızın asgari koşullarının bile gerçekleştirilemediği gerçeğini bir özeleştiri olarak belirtmeliyim.
İkbâl Vurucu

PENCERE'NİN CAMI BİR KEZ KIRILIRSA (Osman ÇELİK)

krkcam.jpg Çok kültürlülüğün ve farklılıkların gökkuşağının renk armonisi ile tariflendirildiği bu günlerde ‘farklılıkların farkında olarak, bu ülkeyi yönetmeye’ talip olduklarını söyleyenler; Metruk bir bina olarak gösterilen Cumhuriyetin bir camını kırmışlardı. Dün söylenenlerin ve eylemlerin sonucunun meydana getirdiği bu günkü siyasal iklim Türkiye’nin ‘farklı farklı renklerde ve tonlarda ve boylardan oluşan bir çiçek bahçesi’ olduğunu söyleyenler sayesinde, AKP hükümetinin 36 ayrı etnik unsur vurgusuna temel teşkil etmesine zemin hazırlamıştır. Bu günkü siyasal manzaranın ortaya çıkmasına vesile olmuştur. Türkiye’nin bir çiçek bahçesi olduğunu söyleyenler,  o gün bu tarifi neden ve nasıl yapmışlardır ve devamında  ‘meclisin renklerini birleştirme’ iddiasını ortaya atarak, sosyalleştikleri PKK’nın meclisteki kravatlı temsilcileriyle bu gün her önüne gelenin metruk bir binaya benzetilen Türk Milli Devleti’nin camlarına taş atmalarına sebep olmamışlar mıdır?      
      Açılım politikalarının gündeme öyle bir günde gelmediği konuyla ilgili her kesin malumu. PKK’nın neredeyse bir terör örgütü olmadığını dahi söyleyebilecek kadar ileri gidenler son günlerde peyda olmuştur.  Bu güruh PKK’nın aslında 86 yıldır süre gelen bir sorunun doğal sonucu olarak ortaya çıktığını savunmaktadırlar. Bunlar temelde Marksist-Leninist-Stalinist ve Maoist gelenekten gelen, geçmişte ‘Türk Milliyetçileri’ tarafından birçok defa mağlup edilmiş Liberallerdir. Günümüzde ‘ılımlı İslam’ savunuculuğunu yapan bu Liberaller aslında emperyalizmin yerli işbirlikçileridir. Bu işbirlikçiler her dönemde farklı pozisyonlarda, farklı maskeleri yüzlerine geçirmişlerdir. Bukalemun gibidirler. Şimdilerde ‘siyasal İslamcılara’ yol gösteren konumunda soğuk savaş sürecinde talim yaptıkları Beka Vadisinde bağlandıkları merkezlerin güdümünde Atina-Tel Aviv-Şam-Tahran-Kuzey Irak- Kandil-Erivan-Diyarbakır hattı üzerinde, Bürüksel-Washington’a bağlı olarak hizmetlerini efendileri adına sürdürmektedirler.
     Bu zevatın her dönem mücadele ettiği tek bir ‘gerçek olgu’ vardır ki, bu gerçek olgu Türk Milliyetçiliği’nin zaferle taçlandırdığı Türk İstiklal savaşı sonucu kurduğu milli, üniter Türk Devletidir. Makyevelist bir anlayışı kendilerine rehber edinmiş olan bu zevat, ‘hedefe giden her yol mubahtır’ felsefesine sıkı sıkıya bağlı bir şekilde milli devleti dönüştürerek, iki dilli, iki milletli, çok kültürlü etnik bir yapıya dönüşmesini efendilerinin menfaatleri adına ‘bize de iyi gelir’ diyerek talep etmektedirler.
         Bu bağlamda hükümete 1984’de başlayan ve toplamda 25 yılı dolduran terörle mücadele yöntemi olarak ‘daha fazla özgürlük, daha fazla demokrasi’ açılımını rehber edinmelerini salık vermektedirler. Terörle ‘mücadele’den terörle ‘müzakereye’ geçenlere Philip  Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirdiği ve bu siyasal İslamcı zevatın rehberi, akıl hocaları ABD’nin kendi ülkesinde uyguladığı suçlarla mücadele yöntemini önermek, konuyla ilgili her kesin dikkatini çekmeyi bir Türk vatandaşı olarak görev saymaktayım.
      Suçlarla mücadeleyi nasıl başardın?" sorusuna Guiliani'nin cevabı:"Metruk bir bina düşünün.  Binanın camlarından biri bile kırık olsa, o camı hemen tamir ettirmezseniz, çok kısa sürede, oradan geçen herkes bir taş atıp, binanın tüm camlarını kırar.  Ben ilk cam kırıldığında hemen tamir ettirdim. Bir elektrik direğinin dibine ya da bir binanın köşesine, biri, bir torba çöp bıraksın.  O çöpü hemen orada  kaldırmazsanız, her geçen, çöpünü oraya bırakır ve çok kısa bir sürede dağlar gibi çöp birikir.  Ben ilk konan çöp torbasını kaldırttım."

       Bir sokağın suç bölgesine dönüşme süreci önce tek bir pencere camının kırılmasıyla başlıyor.  Çevreden tepki gelmez ve cam hemen tamir edilmezse, oradan geçenler o bölgede düzeni sağlayan bir otorite olmadığını düşünüyor, diğer camları da kırıyor.  Ardından daha büyük suçlar geliyor; bir süre sonra o sokak, polisin giremediği bir mahalleye dönüşüyor. Bunu anlayan New York polisi, önce küçük suçların peşine düşmüş. Metroya bilet almadan binenleri, apartman girişlerini tuvalet olarak kullananları, kamu malına zarar verenleri, hatta içki şişelerini yola atanları bir bir  yakalayıp haklarında işlem yapmış.

       Polis bu kararlılığıyla "Küçük müçük, bizim için hiç fark etmez; bu sokağın, yeraltı treni istasyonunun veya mahallenin suç üreten bir bölge olmasına izin vermeyeceğiz." demiş.'Kırık Cam Teorisi' ABD'li suç psikologu Philip  Zimbardo'nun 1969'da yaptığı bir deneyden ilham alarak geliştirilmişti. Zimbardo, suç oranının yüksek olduğu, yoksul Bronx ve daha yüksek yaşam standardına sahip Palo Alto bölgelerin birer 1959 model Oldsmobile bıraktı. Araçların plakası yoktu, kaputları aralıktı.   Olup bitenleri gizli kamerayla izledi. Bronx’taki otomobil üç gün içinde baştan aşağıya yağmalandı. Diğerine ise bir hafta boyunca kimse dokunmadı. Ardından Zimbardo ile iki öğrencisi 'sağ kalan' otomobilin yanına gidip çekiçle kelebek camını kırdı.  Daha ilk darbe indirilmişti ki çevredeki insanlar (zengin beyazlar) da olaya dâhil oldu. Birkaç dakika sonra o otomobil de kullanılmaz hale gelmişti.  "Demek ki" diyordu Zimbardo , "ilk camın kırılmasına ya da çevreyi kirleten ilk duvar yazısına izin vermemek gerek.  Aksi halde kötü gidişatı engelleyemeyiz.  "