19 Kasım 2009 Perşembe

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu- İKBAL VURUCU

Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık
Irk ayrımcılığı, toplumsal düzeyde bir grubun belirli genetik, yani, yüz özellikleri, deri rengi vb. bir ırka ait özelliklerinden dolayı eşit olmayan eylem ve davranışa uğraması anlamına gelir. Fakat bugün kullanılan anlamıyla ırk ve ırkçılık büyük ölçüde bu kullanım biçiminden bağımsızlaşmıştır. Belirli fenotipik farklılıkların toplumsal ve siyasal düzlemde eşitsizliğin sebebi olarak görülmesi yurttaşlık kurumu aracılığıyla ortadan kalkarken toplumsal düzlemde tezahür eden ayrımcılık ve dışlama gibi tavır alışlar olumsuzlanmaktadır. Böylece bu tutum teşvik edilen değil edilmeyen bir konumdadır. Fakat post-modern felsefe ve küreselleşme dinamikleri, “ayrım” ve “eşitsizliği” özgürlük, zenginlik, çok kültürlülük, demokratikleşme, kültürlerin tanınması, farklılıkların korunası gibi nosyonlar üzerinden yücelterek kutsallaştırmakta ve modernliğin eleştirisi adına olumlamaktadır. Yani “ırkçılık” başka bir düzlemde yeni imgesel araçlar üzerinden yeniden tezahür etmektedir. Üstelik olumlanarak.
Peki nedir bu yeni ırkçılık? Ortak yaşam alanı ve anlamlar evreninde, belirli simgesel unsurların dayanak yapılarak, farklılığın bu zeminde kurgusal olarak örgütlenmesi, farklılıkların tanınması, korunması, geliştirilmesi adına ayrıştırılmaya tabi tutulması, çoğunluğun toplumsal yapılarından ayrı, kapalı, etkileşimin kesildiği, etnik olarak temellendirilen bir mozaikleştirilme sürecinin aynı mekanda yürütülmesidir. Siyasal toplumda, her bir farklılık kendi özgülüğü oranında farklı uygulamayı ve eylemler örüntüsünü talep etmektedir. Böylece eşitsizlik, ayrımcılık, öteki olma, kendi farklılığını ötekiyle pekiştirme ve var kılma olgusu yeni ırkçılığın post-modernist görüntüsü olarak yansımasını bulmaktadır. Bu “yeni ırkçılık”ın geleneksel ırkçılıktan başkalaştığı bir diğer özelliği de olumlanması ve arzu edilir olmasıdır. Bununla kalınmamakta kutsanmakta ve bireylerin düşünme ve eylemlerinde ana güdüleyici rol oynamaktadır. Demokratikleşme, özgürlük ve çoğulculuk gibi nosyonlara eklemlenerek tek hakikat tekeli oluşturmaktadır.
Yeni ırkçılığın kavramsal olarak kendini temellendirdiği olgu tözsel bir kültür anlayışıdır. Modern düzlemde kültür, bireyin içinde bulunduğu ve sürekli etkileşim halinde olduğu fiziki, toplumsal, ekonomik, iklimsel, siyasal ortamın bir ürünüdür. Modern toplumlarda kültür genellikle milli bir karakter taşır. Tanımlama ve anlamlandırma millet ve milli devlet sınırlarına göre belirlenir. Modern öncesi toplumsal yapılarda genel hatlarıyla bir Türk kültürü veya başka toplumların kültürleri sözünü ettiğimiz etkenlere bağlı olarak az çok farklılık sergilerken modernliğin ayırt edici karakteristik özellikleri kültüründe kendi içinde türdeşleşmesini artırmıştır. Post-modernizm olarak ifade edilen felsefi ve siyasi yaklaşım kültürün sınırlarını modernizm karşıtı konumlanmasına rağmen tam aksi bir kalıba sıkıştırmış farklılığı kutsayarak kültürlerin sosyolojik sınırlarını başta etnisite olmak üzere, cinsel, ırki, dini, mezhepsel çerçevede çizmiş ve keskinleştirmiştir. Modern milli kültürlerin esnek ve etkileşim halindeki bütüncül, kapsayıcı yapısını parçalayarak daha alt düzeyde farklılıkları sertleştirmiştir.
Ontolojik ırkçılık olarak tanımladığım olgu, farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünyadır. Bilişsel dünyamızda farklılığımızı içselleştirdiğimiz oranda kendimizi bulduğumuz, kedimizi bulduğumuz oranda da etkileşim ve ilişkiye kapandığımız, kapandığımız oranda ortaklıklarımızın işlevsizleştiği ve tözselleşen bu niteliklerin kutsandığı bir kültür dünyasında yaşamaya mahkum olmaktayız.
Var olan toplumsallığın, milliliğin, bütünün tekrar inşa edilmesi bu kutsal ırkçılıkların mekanında, bilişsel adacıklarında ne ölçüde mümkündür?
Bütün toplumsal ve kültürel gerçeklikler önce zihinde vardır. Son kertede bu durum yansımasını dış dünyada gerçeklik olarak inşa eder. Irkçılık önce zihinlerde inşa edilir sonra dış-dünyada. Ontolojik ırkçılık özelliğini haiz 36 etnik grup ideolojisi de önce zihinlerde var olmuş sonra toplumsal yaşantımızda yer almaya başlamıştır. Bu süreçte büyük ölçüde seçkinlerimiz baş rolü oynamaktadır. Algı antenleri sınırsız olarak dışa açık olan entelijansiyamız kendilerini hep “yeni” paradigmalara, ideolojilere eklemleyerek ifade etme ve bu düzlemde bir dil kullanma zorunda hisseder. Çünkü ancak böyle egemen söyleme ve dile eklemlendiğinde bir statü edinebilmekte, bir “şey” olabilmektedir. Bu sebeple söylem ve eylem arasındaki tutarsızlık konusunda Türkiye entelijansiyası çok ileri bir durum arz eder. Toplumsallık, millik, bütüncüllük gibi kavramlar ve olgular farklılıklar ve kimlikler adına olumsuzlanırken bireyin yaşama ortamı, kendini devam ettirme koşulları ırkçı bir düzlemde süreklilik kazanır. Bu kavramlar, zihinlere tahakküm kuran egemen dille ırkçılık, asimilasyon, otoriterlik vb. kavramlar üzerinden olumsuzlandığı gibi pratikteki tezahürü olarak “düşmanlık”, “dışlama”, “diyalogsuzluk”, “etkileşimsizlik”, farklılık ve özgünlük kutsanmaktadır.
Belirli bir gruba karşı önyargıların farklılık unsuru olarak beslendiği, buna bağlı olarak da dışlama, ilişkiden ve etkileşimden kaçınma, ayrımcılık yapma ve bunun doğallaşması, şiddet ve saldırganlık gibi davranış biçimlerinin kolektif anlamlar kazandığı davranışlar ve eylemler yelpazesi bugün Türkiye’de 36 etnik grubun mevcut olduğu ön kabulünden hareketle toplumsal bir gerçeklik olarak inşa edilme sürecine başlamıştır. Tarihsel süreç içerisinde ortak yaşam kültürünü yarattığımız “Ortak Evin”, bugün birbiri arasında diyalog, etkileşim ve ilişkinin kesilerek farklılıkların tözselleştirildiği 36 etnik grup arasında paylaştırıldığı post-modern bir toplumsal yapıya hızla gidilmektedir. “Ortak Evin” paylaşılması oranında da demokratikleşip “ötekilerin” ortak evi AB’nin üyesi olacakmışız.

Ontolojik Irkçılığın Yarattığı Türk Sorunu
“Anayasal Vatandaşlık ve Ontolojik Irkçılık” başlıklı yazımızda, ontolojik ırkçılık olarak tanımladığımız ve zihinleri, düşünce biçimlerini dayanılmaz şekilde esir alan bir olgudan bahsetmiştik. Burada ontolojik ırkçılığı “farklılığın kutsandığı ve bireyin özerkliğini kaybederek kendini hapsettiği grupla özdeşleştiği dünyasını, daha genel, bütüncül, esnek toplumsal bir bütünden ayırarak birbiriyle etkileşim ve ilişkiyi yok ettiği, ontolojik adacıkların inşa edildiği, ötekinin varlığının kendi varlığıyla keskin bir “ayrı”nın yaratıldığı bir dünya” olarak tanımlamıştık. Bu olguyu bir örnekten hareketle somutlaştırmak ve böylece anlaşılmasını kolaylaştırmak istiyorum.
Etnik ve ulusal kimliklerin tamamının “muhayyel olduğu” iddiasını kendine yakın bulan Türkiye’nin saygın bilim insanlarından biri, paradoksal bir yaklaşımla bu kimlikler üzerinden küçümsediği “tarihin” verilerden hareketle, “… bu memleketin Türkleşmesinde ve İslamlaşmasında Kürtlerin oynadığı tarihsel rol inkâr edilebilir gibi değildir,”yargısında bulunur. “Tarihsel birer icat” olarak gördüğü etnik kimliklere Türk tarihini parselleyerek tarihsel roller belirler ve tarihi olaylara etnik roller biçer. “Türklere Anadolu'nun kapısını açan Alparslan'ın Malazgirt'teki ordusunun hatırı sayılır bir bölümünü Kürt aşiretleri oluşturmaktadır. Türklerin Anadolu'da tutunmalarına katkı sağlayan başta Kürtler sayesinde bu ülkeye daha 12. yüzyılda Türkiye adı verilmiştir.” Tarihin parselasyonuna “Kürtlerin Türklere katkıları bununla da sınırlı değildir” diyerek devam eder. “…Osmanlı'nın cihangir bir devlet olması, gerçek bir dünya imparatorluğuna dönüşmesinin başlangıç noktası Yavuz'un Çaldıran Seferi olmalıdır. Çaldıran'la başlayan yürüyüş doğuya ve güneye muazzam bir genişlemeyi beraberinde getirecek, Osmanlı'nın bu yöndeki güvenliğinin temellerini, içinde Kürtlerin de aslî unsur olarak rol oynadığı aşiretler oluşturacaktır.” Uzak tarihin parselasyonundan yakına gelinmekte ve şu görüşler sarf edilmektedir. “Ulusçuluk ölümcül bir virüs olarak Osmanlı'yı sarsarken Türkler kadar Kürtler de bu yapıyı ayakta tutmak için canla başla mücadele edecekler; özellikle bu iki ulus herkesin de bildiği gibi, emperyalizme karşı bu toprakları bütün cephelerde yan yana savunacaklar, Çanakkale Destanı'nı birlikte yazacaklardı. Hadi bu da olmadı diyelim. Sonradan inkâr edilse de Mustafa Kemal ve arkadaşlarının da beyan ettikleri gibi İstiklal Harbi döneminde ve yıkılan imparatorluğun yerine kurulan Cumhuriyet'in kurucu mimarları arasında Kürtlerin de var olmasına ne demeli?.. Lozan tartışmalarında bunlar kayıtlara da geçti. Onlar azınlık değillerdi ve sayılmayacaklardı. Müslüman olmakla her tür hak ve hukukta Türklerle müsavi olduklarına ve olacaklarına dair mutabakata varılmıştı.”
Görüldüğü gibi, Türk tarihinin Anadolu’daki kısmı, Kürt açılımının etkisiyle de olsa “şimdilik” Kürtlerle eşitlenmiştir. Lozan anlaşmasında “Müslüman-Hıristiyan” kimliklerine göre gerçekleştirilen azınlık tartışmasını etnik bir temelde değerlendirerek Türkler ve Kürtler eşitti demektedir. Kürtlerle Anadolu “Türkleşmiş!” ve Müslümanlaşmıştır.
Osmanlıyı imparatorluk yapan da “Kürtler ve Türkler”dir. Cumhuriyeti kuranda “hak ve hukukta Türklerle müsavi” Kürtlerdir. Bu metinde, önce zihinlerde sonra toplumda yaratılan ontolojik ırkçılık, farklılıklara saygı(!) olarak tarihin radikal bir yorumuna kaynaklık etmekte ve “aynı kültürün”, “aynı tarihin”, “aynı dinin”, “aynı coğrafyanın” insanlarını “tarih” üzerinden ayrıştırarak, farklılaştırarak, tözselleştirerek Ontolojik Irkçılığın en somut örneklerini veriyor. Bu zihniyet ve yaklaşım biçiminde Türk tarihinin olgu ve olaylarının 36 etnik grup arasında sırası geldikçe paylaşılacağını öngörebiliriz.
Özellikle vurgulamalıyız ki, modern anlamda kimlik aynı zamanda bir adlandırmadır. Bireye, içinde yer aldığı gruba, mesleğine, işlevine, kültürüne vb. pek çok belirleyiciye göre ad verme işlemidir. “Türk” de kadim bir adlandırmadır ve komşuları tarafından ortak bir yaşam kültürünün adı olarak verilmiştir. Farklı boylardan müteşekkil olan Türk topluluklarının yaşadığı coğrafyanın “Türkistan”, toplumunun “Türk”, bu toplumun kültürünü inceleyen modern bilimin adı “Türkoloji”dir. Fakat Türkler kendilerin genellikle Oğuz, Karluk, Özbek, Kazak, Türkmen vb. adlarla tanımlamışlardır. Anadolu’ya Avrupalılar tarafından Türkiye isminin verilmesi de Türk kimliğinin baskınlığı ve somut gerçekliğinin bir yansımasıdır. Türk kimliği ve kültürü tarihsel bir gerçeklik olarak asla ırk eksenli bir kimlik sahibi olmamıştır. Tarihinde, farklı kimliğinden dolayı da asla bir savaş, şiddet, dışlama sorununa kaynaklık eden bir olay ortaya çıkmamıştır. Bu yüzdendir ki, egemenliği altına aldığı toplumların dilini resmi dil olarak benimseyen bir başka millet ve devlet sahibi olmadığı gibi, asimilasyonu bir kültürel kod olarak genlerinde taşıyacak kadar da esnek bir kimlik sahibi olmuştur. Kürtler üzerine önemli bir çalışmaya imza atan Ziya Gökalp’in en önemli tespitlerinden biri, “Kürtleşen Türkler” olgusudur. Bu durum bile egemen ve devlet kurucu vasfına rağmen Türklerin asla ve kata asimilasyonu Türkleşme olarak yürütmediğidir.
Türkiye’de siyasi karar mekanizmasında etkin bir rol oynayan Türk kimliği karşıtı seçkinler ısrarla bir gerçeği görmemektedir. Benim kanaatimce bilinçli olarak, her devletin bir “kurucu asabiyesi” olduğu ve Türkiye devletinin kurucu asabiyesinin de Türkler olduğu hakikatini es geçmektedirler. Bu durum şimdilik sosyolojik zeminde belirtileri görülse de aydınlar düzeyinde bir Türk sorunu yaratmaktadır. Türk sorunu, devlet ve toplum noktasında Türk kimliğinin varlığı sorunudur. Türkiye devletinin bir Türk devleti olmadığı 36 etnik grubun bu devletin sahibi olduğu gibi ifadeler yaratılan sorunun somut tezahürleri olarak görülmelidir.
Almanya’nın Alman kimliği, Fransa’nın Fransız kimliği, İngiltere’nin İngiliz kimliğinin tartışılması söz konusu değildir. Çok kültürlülük tartışmaları ise söz konusu “farklılıkların” ana topluma uyumu-entegrasyonu ekseninde ele alınan bir bütünlük-çatışma sorunudur. Türkiye’de çok kültürlülük ise tamamen Türk kimliğinin devletin, toplumun ve bunun ötesinde bireyin kimliği niteliğinden çıkarılması üzerine gerçekleştirilmektedir. BM ve uluslar arası anlaşmalarda belirlenen bir ülkenin çok kültürlü olmasının ana koşullarını bile taşımayan bir ülkede ana kültürün, toplumun kimliğinin yoğun eleştiri konusu yapılması, devlet kurumlarında izlerinin silinmeye çalışılması bir vatan üzerinde ki varlığımızın asgari koşullarının bile gerçekleştirilemediği gerçeğini bir özeleştiri olarak belirtmeliyim.
İkbâl Vurucu

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder